Amerika 2017, Şık ve Dar Ayakkabıyla Yaşamak



Atatürk, eski adıyla Yeşilköy Havalimanı’ndan Los Angeles’e hareket edecek THY uçağına bineceğiz. İstanbul’un Avrupa yakasında yer alan dünyanın en büyük uluslararası havalimanlarından birisindeyiz. İstatistiklere göre 2016 yılında 41 milyon kişi dış hatlardan yolculuk yapmış. Asya, Batı Asya, Afrika ve Avrupa’dan kısaca dünyanın her yerinden insanın uçtuğu, büyüklüğü insanı korkutan dev bir havalimanı.

Al gözüm seyreyle, gösterişli mağazalarda alışveriş yapan şık hanımlar, kafelerde oyalananlar, yere bağdaş kurup oturmuş yerel kıyafetli Asyalılar, Afrikalılar...

Uçuş saati yaklaşınca (çek in) bilet ve valiz kontrolü için kuyruğa giriyoruz. Kalabalıkta her an kaybolma korkusu, yanlış kuyruğa girip uçağı kaçırma korkusu uçağa bitinceye kadar yakamızı bırakmıyor. Bu insan selinde el bagajımızın hafif ve tekerlekli olması işimizi kolaylaştırıyor; çünkü havalimanında mesafeler oldukça uzun.

Türkiye saatiyle 13'te başlayacak uçuş için uçaktaki yerimizi aldığımızda bir oh çekiyoruz. On saatlik uçuş için hazırız. İlk adımdan başlayarak hosteslerin, kolaylaştırıcı tutumu, özenleri, zerafeti, rahatlatıyor. Zaman zaman pilotumuzun mükemmel diksiyonu ve düzgün bir Türkçeyle, ardından İngilizceyle verdiği uçuş bilgilerini dinliyoruz. Yerden on bin metre yüksekteyiz. Uzun uçak yolculuğu için tüm önlemler alınmış: Müzik dinlemek, internet, televizyon, film izlemek için önümüzdeki ekran hizmetimizde. Bunların yanında ikramlar, uzun yolculuğu katlanır hale getiriyor. Tüm bunlar, yerden bu kadar yüksekte uçtuğunuzu unutturmaya yetmiyor. Uçuşumuzun en zor yanı ise Los Angeles’e ininceye kadar ağlaması bitmeyen üçüzlerin ve anne ve babanın çaresizliği... Uçaktaki hiç kimse bu minikleri asla susturamıyor...

Atatürk Havalimanı’nda saat 13’te başlayan yolculuğumuz aynı gün saat 16.45’te Los Angeles Havalimanı’nda bitiyor. Hayret, saatlerdir yoldayız ve burada henüz akşam olmamış! İşte bu andan itibaren günleri ve geceleri karıştırmaya başladık... Jet lag denen şey demek böyle başlıyor.

Los Angeles Havalimanı’nda Kaybolan Türkler...


Günde altı milyon insanın ayak bastığı Los Angeles Havalimanı’na iner inmez, görevliler yer ve yön duygusu zayıflamış, uykusuz yolcuları, bazen İngilizceyle bazen beden diliyle yönlendirmeye başlıyor. Kendimizi uzun kuyruklardan birinde buluyoruz. Yine yanlış kuyruğa girip kaybolma korkusu...

Kontrol noktalarında, görevlinin önünde, bizden öncekilerden neler istediklerini dikkatle izliyoruz, sıra bize gelmeden kendimizi hazırlıyoruz. Pasaportumuzu görevliye uzatıyor, elimizin beş parmağının izinin alınmasını, fotoğrafımızın çekilmesini, pasaport kontrolünü bekliyoruz.

Bu işlemin ardından başka bir kontrol noktasına yönlendiriliyoruz, tekrar kuyruğa giriyoruz. Kuyrukta Türkçe konuşan bir grup gençle karşılaşınca hazine bulmuşsa dönüyorum. Doldurmam gereken belgeyi akıcı İngilizceleriyle doldurmama destek oluyorlar, ah vatanım vatandaşlarım, diyorum, sanki Türkiye’deyim. Bu rahatlama uzun sürmüyor, güvenlik görevlileri, kalabalığı grup grup yeni güvenlik noktalarına yönlendiriyor. Her birimiz farklı kuyruklara savruluyoruz.

Bu son kuyruk, sıramız gelince son işlem için camdan kabindeki görevlinin huzuruna yöneliyoruz. Yeniden parmak izlerimiz alınıyor, fotoğrafımız çekiliyor. Pasaporttaki kişi olup olmadığımız kontrol ediliyor. Polis köpeği eşliğinde çıkış kapısında son kez denetlendikten sonra bekleme salonuna geçiyor ve bizi karşılamaya gelen yakınlarımızla buluşuyoruz.

Bu anda, kuyrukta tanıştığım bir Türk genci, panik halinde bana yaklaşıyor ve arkadaşlarını kaybettiğini, onlara ulaşamadığını anlatıyor… Uçağının bir saat sonra kalkacağını, arkadaşlarını mutlaka bulması gerektiğini, uçak biletinin onlarda olduğunu söylüyor. Hangi uçağa bineceğini, uçuş bilgilerini hatırlamıyor, tüm bildikleri aklından uçup gitmiş... Derdini görevlilere anlatmaya İngilizcesi yetmiyor ve telaşla hep aynı sözleri tekrarlıyor. Tek amacı grubuna ulaşmak. Oğlum devreye girerek oradaki görevlilerle konuşuyor ve birkaç girişimden sonra doğru cevaba ulaşıyor, onu aktarmalı yolcuların bölümüne yönlendirerek bir oh çekiyoruz. Yine de aklımız onda kalıyor, arkadaşlarını bulabildi mi acaba? Ya uçağı kaçırırsa?

Bu devasa havalimanlarında kısacık sürede tanık olduğum bu kaybolma öyküsü günlerce aklımdan çıkmıyor. Yurt dışına gideceklerin bu tür travmalar yaşaması nasıl önlenmeli, oğlumla, günlerce buna kafa yoruyoruz.

Tuhaf Bir Gezegende Yaşamak Gibi Bir Şey

Adı bende saklı bir arkadaşım, Amerika için “Orası farklı bir gezegen.” demişti. Ne kadar haklı olduğunu bir aya yakın süre içinde görüp ona fazlasıyla hak verecektim.

Kültürü Anadolu’ya hiç benzemeyen, dili, yaşam tarzı, yeme içme kültürü tamamen farklı insanlar arasında sonsuz bir yalnızlık duygusu...

Avrupa’daki gibi adım başı bir Türk’le karşılaşma şansınız yok. Türkiye’den gelmiş bir vatandaşınızla buluşup Türkçe konuşabilmek için bazen saatlerce süren bir yolculuğu göze almanız gerekiyor. Üstelik ülkenizde öğrendiğinizi sandığınız İngilizcenin burada pek işe yaramadığını görüyorsunuz. Aksan farkı nedeniyle, örneğin w’leri uygun seslendiremediğiniz için su (water) istemekte bile zorluk çekilebiliyorsunuz. Ortama uyum sağlamak, yeteneğinize biraz da maddi gücünüze bağlı.

Çelişkiler Dünyası…

Bu ülkede her şeyin büyüğünü görebilirsiniz. Alışveriş mağazalarının, caddelerin, gökdelenlerin, müzelerin, parkların.

Arboretum gibi yüzlerce bitki ve ağaç türünün boy gösterdiği, dev parklara sahip Amerika. Bunlardan birisini birisini gezme olanağı bulduk. 127 dönümlük bu dev botanik bahçesinde bir göl, kitaplık, hediyelik eşya satan bir mağaza, bitki ve ağaç toplulukları yer alıyor. Parkın simgesi tavus kuşları. Parkı bir günde dolaşmak imkansız. Oldukça sakin ve tenha olması, küçük çocuklu aileler için de bilimsel araştırma yapanlar için de tercih nedeni. Afrika’dan Avustralya’dan getirilmiş çeşitli bitki ve ağaç türleri araştırmacıların botanikle ilgilenenlerin hizmetinde.

Yorulanlar için serpiştirilmiş banklar, kafe, temiz ve bakımlı tuvaletler parkı cazipleştiren ayrıntılar.

Parkta, ağaçların diplerine serilen ağaç yongaları, toprağı görünmez kılmış. Belediyelerin, kuruyan ya da herhangi bir nedenle sökülen ağaçları, hatta budanan ağaç dallarını, yonga haline getirip parka, ağaçların altına döktüğünü, böylece çamurlanmayı ve toprağın aşırı kurumasını önlediğini öğreniyoruz. Bu uygulamaya, başka kentlerde de yaygın olarak başvurulduğunu gözledim.

Lüks Arabalar ve Dilenciler

Lüks arabaları ve dilencileri aynı mekanda görmek olası. Old Town'da, oldukça albenili mağazaların bulunduğu Colorado Caddesi’ndeyiz. Şık giysili insanlar, ışıltılı kafeler ve alışveriş merkezleri. Caddelerde son derece lüks pahalı arabalar… Yaşam standardının oldukça yüksek olduğunu kanıtlayan çok ayrıntı var. Yaya kaldırımında, trafikte karşılıklı nezaket ve saygı havası hemen hissediliyor... Kazara yakınınızdan geçmek zorunda kalan, “I am sorry” diyor, ilk günlerde bu insanlar benden neden özür diliyor, diye şaşırıyorsunuz, zaman içinde anlaşılıyor ki insanlar, sokakta, alışveriş yerlerinde birbirine asla fazla sokulmuyor, arada en az iki adım mesafe olmasına özen gösteriyorlar.

“Help please!”

Bu gezintide yere oturmuş, önünde "help please" yazan bir karton ve plastik bardak gördüğüm insanların, dilendiğine önce inanamadım. İnsanların ya alıştıklarından ya da kendi dünyalarında yaşadıklarından fark etmedikleri bu dilencilerden yüz metre ileride birini daha görüyorum. Saymaya başlıyorum, bu caddede yürüyüşümüz sırasında beş dilenci… Bir tanesinin elinde ise gitar vardı…

Reklamın Böylesi

Burada kaldığım süre içinde şaşırtıcı bulduğum bir başka ayrıntı ise şu tür reklamlar oldu:

“Yaralandınız mı? Bizi arayın.”

"Çocuk istismarı mı var? Bizi arayın."

Çok şeritli yollarda ışıklandırılmış büyük reklam panolarında karşılaştığım bu reklamlardan anlaşılıyor ki avukatlık serbest meslek olmanın ötesinde şirketleşmiş ve büyük avukatlık şirketleri bu tür reklamlara yönelmiş. Bizdeki gibi avukatların reklam yapmaları yasak değil.

En ilginç reklamlardan biri de canlı reklamlardı… Ellerinde gövdeleri büyüklüğünde reklam panolarıyla dolaşan insanlar, konut reklamı yapıyordu.

Halloween Bayramı’nda Terör

İngilizler tarafından Amerika’ya taşındığı söylenen Halloween Bayramı, kökleri çok eskilere giden bir Pagan festivali. 31 Ekim Amerika’da Halloween Bayramı olarak kutlanıyor. Bizdeki bayramlara hiç benzemeyen bu bayramı gözlemek fırsatı bulduk.

Sokaklarda, bahçelerde, evlerde hatta mağazalarda ve marketlerde, farklı bir hava esiyor. Yüzleri maskeli yetişkinler, yüzü boyalı çocuklar neşe içinde bir yerlere yetişme telaşındalar. Bazı bahçeler geceden hazırlanmış. Bir evin önünden geçerken aile reisi, bizi tanımadığı halde gülümseyerek İngilizce "Bitmesine az kaldı.” diyor. Kendisine selam veriyoruz, evinin bahçesini dev bir örümcek, bir iskelet, gülen insan yüzü biçiminde oyulmuş kabaklarla süslemiş. ağaçlara, örümcek ağı biçiminde dekorlar serilmiş. Bir başka bahçeye topraktan çıkmış iskelet elleri yerleştirilmiş. Küçük bir tabelaya İngilizce, “korkmuş kalın” yazılmış.

Cadılar Bayramı’nın özü, kötü niyetli ruhları korkutup kaçırmakmış…

Evlerin dışına asılan korkutucu figürlerin, korkutucu maske ve giysilerin amacı buymuş.

Cadılar Bayramı akşamında, Amerikalılar kötü ruhları korkutmayı başardı mı bilemiyorum fakat televizyonlara düşen bir terör olayı, onları gerçekten korkuttu. Kendi halindeki Amerikan halkının bu çocuksu bayramında televizyonlar bu terör olayına kilitlendi; tüm Amerikan tv kanalları Fox, CNN, terör haberine odaklandı ve olay yerinde teröristin "Allahu Akbar” dediği defalarca tekrarlandı. Günlerce bu terör olayı haber yapıldı, uzmanlar terörü konuştu.

Amerika’da ve başka ülkelerde, Müslüman olarak yaşamın daha da zorlaşacağı günlerde olduğumuzu bir kez daha hissettik. O günden sonra sokakta, çarşıda içinde “Allah” geçen deyim, ünlem kullanmamak için özen gösterdik.

Bana göre, Amerika'da yaşamak, şık ama dar ayakkabıyla yürümek gibi bir şey. Aralık 2017


Yazı ÜVERCİNKA dergisinin 40. sayısında yayınlanmıştır.