Belediyeler, Macron ve Soykırım Yalanı

Gençlik yıllarımızda her 24 Nisan tedirgin bir bekleyişle geçerdi. 23 Nisan coşkusuna gölge düşüren sancılı bir bekleyiş: Avrupa, Amerika 24 Nisan için ne diyecek?

Bu sene, Fransız Cumhurbaşkanı Macron’un, 24 Nisan’ı Ermeni Soykırımı’nı anma günü ilan edeceğini öğrenince nedense hiç etkilenmedik. Geçmişte olduğu gibi kaygıyla değil şaşkınlıkla izledik; telaşlanmadık da.  Zaten kendisine gereken cevap her düzeyde yeterince verildi.

Sadece merak ettik…

Victor Hugo’nun, Jan Jak Russo’nun, Jean Paul Sartre’ın Fransasında hukuka bu kadar uzak düşen bir cumhurbaşkanı nasıl olabilir?

Sıradan bir vatandaşın bile anladığı AİHM kararını, sayın Macron, acaba hangi gizli amaçlarla görmezden geldi? Sadece kendisini değil Fransız halkını da neden gülünç duruma düşürdü?

Bu sorular zihnimizi meşgul ederken bir yandan da özeleştiri yapma fırsatı bulduk. Peki, biz, milletçe bu hukuk zaferini takdir edebildik mi? İnsanımıza anlatabildik mi?

Hükümet, üniversitelerimiz, hukuk fakültelerimiz, aydınlarımız, sanatçılarımız bu konuda üzerine düşen görevi yerine getirdi mi? Bu sorulara evet, diyebilseydik Macron, AİHM kararından(2013) altı yıl sonra yukarıdaki sözleri söyleyemezdi. Doğu Perinçek, adı geçince nedense bazılarının aklına hala “çiçek” geliyorsa vah Türkiye’nin haline. Sen Ermeni diyasporasını karşına al, uluslararası bir mahkemede zafer kazan, Türk milletinin alnındaki “soykırımcı” iftirasını sil, sonra yurttaşların bunu görmediği gibi, anlamadıkları, aslını bilmedikleri bir küçük ayrıntıyla seni ansınlar. Bu vatanı sevmek ne kadar zor ve acılı…

Sabırla bıkmadan yurttaşlarımıza anlatmaya devam edeceğiz. Hükümet, medya … bu işi yapmıyorsa belediyeler, siviltoplum örgütleri, tek tek bireyler yapacak.

Sayın Macron’a da bir kez daha hatırlatalım. Sayın Macron, o hikaye bitti.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Perinçek-İsviçre davası kararını, eğer okumadıysanız, inceleyiniz ya da hukukçulardan bilgi alınız.

Hukuk tarihine geçen bu önemli AİHM kararını, sizin gibi görmezden gelenler için tekrarlayalım:

“Soykırım” hukuki bir terim olup “katliam, kırım, karşılıklı kırım” gibi kavramlardan farklıdır.

Birleşmiş Milletler 1948 sözleşmesine göre soykırım suçunun işlendiğine Uluslararası Ceza Mahkemesi veya suçun işlendiği ülkenin mahkemesi(yetkili mahkeme) karar verebilir.

Bu nedenle 1915 olayları soykırım olarak nitelendirilemez.

Yahudi soykırımı yapanlar yargılanmış, yetkili mahkemelerde soykırım yaptıkları hükme bağlanmıştır. Oysa 1915 olayları için böyle bir yargı kararı yoktur.

Ceza hukukunun temel kuralı şudur: Kanunsuz suç olmaz.

"Soykırım" suçu 1948’de Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ile kabul edildiği için bu tarihten önce gerçekleşmiş olan 1915 olayları soykırım olarak nitelendirilemez.

Bu ön bilgilerden sonra mahkeme kararlarını hatırlayalım:

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin üç ayrı kararı ile 1915 olayları açıklığa kavuşturulmuş ve 100 yıllık yalanı tarihe gömmüştür.

Birinci karar:

AİHM 2. Dairesinin Perinçek-İsviçre Davası Kararı(17 Aralık 2013)

İkinci karar:

AİHM Büyük Dairesinin Kararı(15 Ekim 2015)

Üçüncü karar:

AİHM’in 28 Kasım 2017 tarihli kararı.

Türk ve dünya hukuk tarihine geçen bu önemli karar, başta hukuk doktoru sayın Doğu Perinçek’in akılcı stratejisinin ve Türk hukukunun zaferidir. Tıpkı Bozkurt-Lotus Davası gibi… Emeği geçenlerle gurur duyuyoruz.

Artık hukuk tarihimizde Bozkurt - Lotus Davası yanında gururla anacağımız bir hukuk zaferimiz daha var: Perinçek - İsviçre Davası.

Türkiye Cumhuriyeti bunca saldırı karşısında bugün ayakta kalabiliyorsa böyle hukuk zaferleri kazanabiliyorsa bunu Cumhuriyetin akıl ve bilimle atılmış sağlam temellerine borçluyuz.

Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir diyen eşsiz önderimize bu vesileyle şükranlarımızı bir kez daha sunuyoruz.


https://www.aydinlik.com.tr/macron-24-nisan-i-ermeni-soykirimini-anma-gunu-olarak-ilan-etti-dunya-subat-2019

https://www.kaynakyayinlari.com/perincek-isvicre-davasi-p362605.html



Afet İnan’dan Özgecan Aslan’a Nasıl Geldik?

Neredeyse her gün bir kadın cinayeti haberi düşüyor gündeme. Ağıt yakmak yetmiyor. Ne yapmalı?

Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu(1) son üç yılda 1.184 kadınımızın öldürüldüğü bilgisini paylaştı. Son iki yılda kadın cinayetleri yüzde otuz artmış...

Ne yazık ki kadınlarımızı, kızlarımızı koruyamıyoruz.
Gelenekler, toplum yapısı, kızlarımızın yetişme süreci, ailenin kız çocuklarıyla ilgili tutumu, cinsiyet ayrımcılığı, ailenin sosyo ekonomik yapısı…
Tüm bu saydıklarımız kadın cinayetlerinde etkili; fakat Atatürk döneminde bu saydığımız koşullar daha mı iyiydi?

Yurt dışında bile kadınımızın canını, onurunu koruyan körpe cumhuriyet, neden koruyamıyor bugün?
Evet, yasalarımız, uluslararası yasalar, kadınlarımızın haklarını, can güvenliğini koruma altına aldı fakat bu yetmiyor. Uygulamadan kaynaklanan sorunlarımız var. Kadınlarımızın sorunlarına belediyeler yeterince önem veriyor mu?

Sığınma evleri, kadınlara hizmet veren konuk evleri yeterli mi?

Kadın istihdamında ne durumdayız?

Çalışan kadının başta kreş olmak üzere öteki sorunları çözüldü mü?

Hükümetlere, güvenlik görevlilerine, üniversitelere, yayın araçlarına, meslek örgütlerine, belediyelere hatta her bireye iş düşüyor.

En büyük görev ise belediyelere düşüyor. Belediyeler, kadınlara bir telefon kadar yakın olmak zorunda.

Atatürk’ten, çağdaş, laik, kamucu, devrimci Cumhuriyet’ten uzaklaşmanın bedelini kadınlarımız ödüyor. Öksüz bir Selanik göçmeninden Afet İnan(2) gibi bir bilim kadını yaratan Atatürk cumhuriyetinden Özgecan kızımız gibi üniversite öğrencilerini koruyamayan bir Cumhuriyet’e nasıl geldik? Vah bize! 11 Şubat 2019

(1) 9 Şubat 2019 tarihli Aydınlık Gazetesi
(2) Mazlumlar Coğrafyası Avrasya’nın Öncü kadınlarından, Afet İnan, Müzeyyen Susar.

Şiddetin Tanımı ve Kapsamı



Şiddet, dar anlamda, bir kişiye güç ve baskı uygulayarak isteği dışında bir şey yapmak veya yaptırmaktır, geniş anlamda ise insanların doğrudan veya dolaylı olarak bedensel veya manevi bütünlüğüne, mallarına, kültürel değerlerine zarar verecek şekilde davranmaktır.

Şiddeti Nasıl Tanıyabiliriz?

Şiddet, farklı biçimlerde karşımıza çıkabilir.
Doğrudan fiziksel saldırı biçiminde görülebilir: Öldürme, dövme, tokatlama, tekmeleme, evden kovma, itme, boğazına sarılma, eline geçirdiği cisimle saldırma…

Şiddet üstün teknolojik araçlarla ya da dolaylı biçimde uygulanabilir, zamana yayılmış olarak uygulanabilir: Açlıktan ölmeye terk etmek, yetersiz beslenme koşulları yaratmak.

İhmali davranışlarla uygulanabilir: Çocuk ve yaşlıların yiyecek, barınma, güvenlik, temizlik ihtiyaçlarının yeterli olarak sağlanmaması...
Duygusal, psikolojik istismar biçiminde şiddet uygulanabilir: Aşağılama, sürekli eleştirme, sevgi ve şefkat göstermeme, küçümseme, kişinin kendine güvenini yitirmesini neden olacak sözler söyleme...

Ekonomik istismar biçiminde uygulanabilir: Harçlık vermemek, çalışmasını önlemek, para harcamasına engel olmak, parasını elinden almak ...

Cinsel istismar biçiminde uygulanabilir:

Cinsel ilişkiye zorlamak, olağan dışı ilişkilere zorlamak...

Tehdit biçiminde şiddet uygulanabilir:

Dayakla, ölümle, intiharla tehdit etmek...

Hareket özgürlüğünü kısıtlamak, ailesi veya arkadaşlarıyla görüşmesini engellemek...

Dünyada Şiddetin Yaygınlığı


Şiddet sandığımızdan daha yaygındır, yapılan araştırmalar bunu kanıtlamaktadır.

Cinayete kurban giden kadınların yüzde kırkı yakınları tarafından öldürülmektedir.

Şiddete uğrayan yüz kadından sadece biri şikayette bulunmaktadır.

Yaşamları boyunca her 7 kadından biri en az bir kere tecavüze uğramaktadır.

Kadına yönelen şiddetin kadın tarafından algılanışı ve rasyonelleştirilmesi
nasıl olmaktadır?


Kadınlar, eşlerinden yakınlarından gelen şiddetin, işsizlik, pahalılık gibi dış etkenlerden kaynaklandığını düşünmektedir.

Kadınlar, şiddetin kendilerinden kaynaklandığını düşünmektedir. Örneğin, eşimden izin almadan sokağa çıktım, bu yüzden eşimi kızdırdım vb.

Kadınlar, çocukluktan başlayarak çaresiz olmayı , boyun eğmeyi öğrenmekte, bu yüzden şiddetle baş edemeyeceğini düşünmektedir.

Aile çevresinde benimsenen ya da benimsetilen “ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK” erkeğin baskı ve şiddet uygulamasına doğrudan veya dolaylı katkıda bulunmaktadır.

Çocukluk çağında aile içinde uygulanan şiddet, şiddete uğrayan çocuğun, kadının veya erkeğin dünya görüşünün tamamlayıcı bir parçası olmaktadır.

Aile içi şiddetin yaygınlığının kökeninde yatan etkenler nelerdir?


Aileye mensup olmanın öteki bireylerin yaşamına karışma hakkı vermesi.

Aile içi ilişkilerin yoğunluğu.

Cinsiyet farklılığına dayalı eşitsizlikler.

Yaş farklılıklarının ve kültürel farklılıkların olması.

Mağdurun evde her zaman yakında, aciz ve bağımlı durumda olması,

Öğrenilmiş çaresizliğin şiddeti körüklemesi.

Hukuk Tarihine Geçen Savunmalar



Hukuk Tarihine Geçen Savunmalar: Doğu Perinçek ve Sokrates

Ergenekon Davası yeniden gündemde. Böyle dönemlerde, hukukla, edebiyatla biraz ilgilenenlerin asla unutamadığı Sokrates’in Savunması kendini hatırlatır. Sokrates (MÖ 469-399), Antik Yunan filozofudur.

Hem hukuki hem edebi yönden dünya klasikleri arasında yer alan savunmayı, öğrencisi Platon’un kaleminden okuyoruz. MÖ 399’da Atina’da yapılan bu yargılamayla o dönemdeki hukuk sistemi, Sokrates’in felsefesi, ahlak anlayışı hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşıyoruz.

Büyük bilge savunmasında şöyle der: “Ben tanrının devletin başına sardığı bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız. Onun için size kendinizi benden yoksun bırakmamanızı öneririm. Belki de ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi canınız sıkılarak, Anytos’un (suçlayanlardan birisi) öğüdüne uyar, beni kolayca vurup öldürebileceğinizi sanır ve tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar, yaşamınızın geri kalanında gene uykuya dalarsınız.”*

Sokrates’in suçlanma nedeni şehrin tanrılarına inanmamak, onların yerine başka tanrılara inanmayı öğretmek, gençleri doğru yoldan ayırmak, onları zehirlemektir.

Atina Mahkemesi ve ‘beş yüzler meclisi’ denen jüri, bugün hayranlıkla okuduğumuz savunmadan ikna olmaz. Onu suçlayanların etkisinde kalarak ölüm cezası verir.

Sokrates’in aleyhine dava açılmasının asıl nedeni ise onun kendisini, diğer insanları, hayatı ve Atina’yı sorgulaması, insanları düşündürmesidir.

"Ben genç yaşlı hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, her şeyden önce ruhun en yüksek eğitimine önem vermeniz gerektiğine inandırmaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyorum…
Evet benim görevim size parayla erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da genel olsun, özel olsun her türlü iyiliğin de ancak erdemden geldiğini söylemektir… Hakkımda ister aklanma kararı verin ister vermeyin, her halde, iyice bilin ki bir değil bin kere ölmem gerekse bile yolumu asla değiştirmeyeceğim.”*


Bu sözlerle o dönemin egemen güçlerini de uyarır, Sokrates.

Yoksulluğu hayat tarzı olarak seçen bu büyük bilge, kendi deyişiyle Atina’nın at sineği, borçlu ölür. Dostu Kriton’a son sözleri şu olur: “Kriton, Askulpios’a bir horoz borçluyum, ödemeyi unutmazsın değil mi?”

Sokrates’ten yaklaşık 2400 yıl sonra Ergenekon Davası sanıklarından Dr. Doğu Perinçek’ten Wikileaks belgelerinde şöyle söz edilecekti: “Tanınmış bir solcu, milliyetçi at sineği olan Perinçek…”

Sokrates Atinalıları nasıl uyarmışsa o da Silivri mahkemesinden Türkiye’yi şöyle uyarıyordu:

“...Kahramanları intihar eden bir millet ayakta kalamaz! Kahramanları intihar eden bir ordu, savunma yeteneğini kaybeder! Kahramanları intihar eden bir ülkenin yargısı, başka bir devletin infaz memuru durumuna dönüşür. Şu anda Türk yargısı ABD’nin infaz memurluğuna dönüşmektedir. Hayretler içinde kaldık. Eski YÖK Başkanı, ben sapına kadar Amerikancıyım, diyor. Yani diyor ki, ben suçsuzum, ben Amerikancıyım, beni neden aldınız. Demek ki Türk Ceza Kanunu değişmiş. Koskoca eski Genelkurmay Başkanı diyor ki, ben Kuzey Irak’ta 1995 yılında Çelik Harekatı’nı yaptım. Kardak Operasyonu’nu yaptım. ABD’ye karşı operasyonlar yaptım, benim suçum budur, diyor. 1998-2002 yılları arasındaki Genelkurmay Başkanı da diyor ki, benim hedef alınmamın sebebi Amerika’nın Kuzey Irak politikalarına karşı durmamdır.”**
Son yıllarda ne çok şey öğrendik… Bağımsızlığını, bağımsız yargısını, Cumhuriyetini, Atatürk devrimini yitiren Türk Milletinin intihar etmekte olduğunu bu tarihi savunmadan öğrendik. Türkiye’ye kurulan kumpasların boyutunu, kayıplar vere vere öğrendik.

Kuşkusuz bu tarihi savunma da dünya hukuk tarihindeki yerini alacak, hukuk fakültelerinde geleceğin hukukçuları tarafından tıpkı Sokrates’in Savunması gibi ibretle incelenecektir. Ne mutlu bize!

*  Sokrates’in Savunması, sayfa 65-66

Platon, çeviri, Niyazi Berkes, Cumhuriyet Kitap.

** 22 Ocak 2009'da Doğu Perinçek'in Silivri'de Tarihi Savunması



Şiddete Karşı Yasal Haklarınız Nelerdir?



Öncelikle en yakın karakola giderek şikayet ediniz.

Karakolda, şikayetinizin tutanağa geçmesi için ısrar edip tutanağı OKUDUKTAN SONRA, eğer sizin söyledikleriniz aynen zapta geçirilmişse imzalayınız.

Müracatınızın tarih ve numarasını alınız veya bir örneğini alınız.

Karakol sizi hekime gönderebilir.

Bu nedenle HÜKÜMET TABİBİ veya ADLİ TIP’a gönderildiğinizde mutlaka muayene olup, sağlık raporu alınız.

Bu sağlık raporunun süresi, savcılığının kamu davası açmasını gerektiriyorsa , savcı şiddet uygulayan eş aleyhine kamu davası açacaktır.

Cumhuriyet savcısının kamu davası açmaması durumunda, siz şiddet uygulayan eş aleyhinde ceza davası açabilirsiniz.

Aile içinde şiddete uğrayan eş, ceza davası dışında boşanma davası açabilir. Manevi tazminat isteyebilir.

Ceza Yasası’nın 478. Maddesi “ Aile efradından birine fena muamelelerde bulunan şahıs, 30 aya kadar hapsolunur.” diyerek, aile içi şiddeti cezalandırmıştır.

Şiddete uğrayan eş, boşanmak istemezse SULH HUKUK MAHKEMESİ’ne başvurarak ayrı ikamet etme talebinde bulunabilir.

4320 SAYILI AİLEYİ KORUMA YASASI’nın sağladığı koruma tedbirlerinden birinin uygulanması talebiyle BULUNDUĞUNUZ YER SULH HUKUK MAHKEMESİ'ne başvurabilirsiniz. Bu yasa sayesinde şiddete karşı yasal önlemler hem çoğaltılmış hem de uygulamada mağdur lehine kolaylıklar getirilmiştir.

Şiddete uğradınız ve 4320 sayılı yasadan yararlanmak istiyorsunuz hangi adımları atacaksınız?


Şikayetinizi anlatan bir dilekçeyle bulunduğunuz yer SULH HUKUK MAHKEMESİ’ne veya CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’na başvurunuz.

Şikayeti inceleyen Sulh Hukuk Yargıcından neler isteyebilirsiniz?


Şiddet uygulayanın,
Ortak eve yaklaşmasının yasaklanmasını, evden uzaklaştırılmasını,
Telefonla veya mektupla sizi rahatsız etmesinin önlenmesini,
Aile bireylerini korkutmaya yönelik davranışlarının yasaklanmasını,
Eşyalara zarar vermesinin yasaklanmasını,
Silahı varsa elinden alınmasını,
Ortak konutta alkol ve uyuşturucu madde kullanmasını yasaklamasını,
Alkol, uyuşturucu madde kullanmış olarak ortak konuta gelmesinin yasaklanmasını,
Özel durumunuzun gerektirdiği başka önlemlerin alınmasını isteyebilirsiniz.
BU ÖNLEMLERİN UYGULANMA SÜRESİ 6 AYDIR.
4320 Sayılı yasanın öngördüğü tedbirlerin uygulanması sırasında evin geçimini kim sağlayacaktır?
Hakim, şiddete uğrayan eşin yaşam düzeyini dikkate alarak, tedbir nafakası ödenmesine karar verebilir. Tedbir nafakası talebinde bulununuz.

ŞİDDET UYGULAYAN ÖNLEMLERE UYMAZSA?


Şiddet uygulayan kişinin tedbir kararlarına uymaması halinde kolluk güçlerinin bu durumu tespit etmesi ve CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’na intikal ettirmesi gerekir. Cumhuriyet Başsavcılığı, koruma kararına uymayan eş hakkında SULH CEZA MAHKEMESİ’nde kamu davası açar, mahkeme, şiddet uygulayana 3 ay ile 6 ay arasında hapis cezası verebilir.

4320 SAYILI YASA UYARINCA YAPACAĞINIZ BAŞVURULAR HARCA TABİ DEĞİLDİR; HİÇBİR ÜCRET EDEMEYECEKSİNİZ.

Yasalarımızda ve Uluslararası Yasalarda Kadın Hakları


Yasalarımızda Kadın Hakları


İnsan haklarının siyasi amaçlarla kullanıldığını, çoğu zaman ulus devletleri parçalamak, etnik ve dinsel bölücüleri kışkırtmak amacıyla kullanıldığını biliyoruz; fakat çağımız insan hakları çağıdır. Bu gerçekten kaçamayız.

Günümüzde, insanlığın, devletlerin, yerel yönetimlerin ortak amacı insan haklarından herkesin yararlanmasını sağlamaktır.

Kadınların hakları tıpkı erkeklerin hakları gibi Anayasa güvencesine alınmıştır. Kadınların hakları insan hakları kapsamındadır.

Uluslararası sözleşmeler kadın haklarını günden güne ileriye taşımaktadır.

Anayasamızın 10. Maddesi kanun önünde eşitlik ilkesini düzenler.

“Herkes, di̇l, ırk, renk, ci̇nsi̇yet, si̇yasi̇ düşünce, felsefi̇ i̇nanç, di̇n, mezhep ve benzeri̇ sebeplerle ayırım gözeti̇lmeksi̇zi̇n kanun önünde eşi̇tti̇r. Kadınlar ve erkekler eşi̇t haklara sahi̇pti̇r.”

Anayasamızın 41. Maddesi aileyi düzenler.

“Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arası eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar. Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.”

Anayasada ve yasalarda kadını koruyan maddeler vardır. Bunlar aslında kadını korurken aileyi, anayı ve çocukları koruma amacı gütmektedir.

Her şeyden önce evlilik birliği içerisinde kadın ve erkek eşit haklara sahiptir. Artık aile reisliği kavramı Medeni Kanun'dan çıkarılmış bulunuyor. Kadın ve erkek ailede eşit oy hakkına sahiptir. Bu nedenle çocuklarla ilgili olarak verilecek kararlarda da eşlerin ortak hareket etmesi gerekir.

Medeni Kanun'un 186. Maddesi uyarınca “eşler aileyi birlikte yönetirler. Oturacakları konutu birlikte seçerler. Eşler birliğin giderlerine güçleri oranında emek ve mal varlıkları ile katılırlar.”

Uluslararası Sözleşmelerin Durumu:


Uluslararası sözleşmelerde İnsan Hakları konusunda cesur adımlar atıldı. Türkiye Cumhuriyeti de bu ilerici adımları atan devletlerden. Bunlardan en önemlisi, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca kabul edilmiştir. Oylamaya katılan BM üyesi 48 devletin temsilcileri “olumlu” oy vermiştir. Türkiye, “olumlu” oy verenler arasındadır.

Dünyada Suudi Arabistan, Güney Afrika gibi “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”ni imzalamayan, çekimser kalan ülkeler olduğunu, bunun yanında ülkemizin kadın hakları alanında büyük yol aldığını bilmeliyiz.

Ülkemizin sosyo ekonomik koşullarından ve yasaların uygulanmasından kaynaklanan sorunlar vardır, fakat bunlar zamanla aşılacaktır, aşılmak zorundadır, çünkü ailede ve toplumda barış, buna bağlıdır.

Hukukumuzda uluslararası sözleşmelerin önemi büyüktür.

Anayasamızın 90. Maddesine göre “usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası sözleşmeler kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa mahkemesine başvurulamaz.”

Bu noktada Türkiye Cumhuriyetinin kabul ettiği uluslararası sözleşmelerin kanun hükmünde olduğunu ve herkesi bağladığını bilmek zorundayız.

Bu sözleşmelerden birisi (CEDAW) Kadına Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’dir. (1986)

İkincisi Pekin Deklarasyonu’dur. (1995)

CEDAW’ın 3. maddesi devletlere, şöyle bir görev yüklemektedir: “Taraf Devletler kadınların tam olarak gelişmelerini ve ilerlemelerini sağlamak üzere, erkeklerle eşitlik temeline dayanan insan haklarını ve temel özgürlüklerini güvence altına almak ve kullanmalarını sağlamak amacıyla, mevzuat çıkarmak da dahil her alanda ve özellikle siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda gerekli her türlü tedbiri alır.”

Yasaların ve vicdanların hepimize verdiği görev ortadadır. Eğer devlet bu alanlara yetişemiyorsa, yerel yönetimler çözüm üretecektir.

Eşitlik ilkesi, ayrımcılık yasağı ve pozitif ayrımcılık birbirleri ile iç içe giren kavramlardır.

Etnik köken ayrımcılığı, dil, din, inanç ayrımcılığı yasaklanıyor. Bir yandan da olumlu ayrımcılık teşvik ediliyor.

Olumlu(pozitif) ayrımcılıkta ise bir eşitsizliğin giderilmesi için ayrımcılığın uygulanmasını gerekli kılıyor ki bu, eşitliği sağlamaya dönük bir işlem yükümlülüğüdür.

Bir işyerinde bin erkeğe karşılık elli kadın çalışan varsa kadın lehine ayrımcılık yapmalısın, diyor.

Bu emredici kuralları yaşama geçirmede her bireyin sorumluluk duyması, önlemlerin alınması için harekete geçmesi gerekiyor.

Uygulamada akla ilk gelenler, kadınlar ve çocukların güvenli bir ortamda yaşamasını sağlamak, gerekiyorsa onlar için konukevi, misafirhane, sığınma evi gibi güvenli yerler temin etmektir.
Mevcut konukevlerinin sayısı yeterli mi?

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’ne bağlı 110, belediyelere bağlı 32, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir ve Mor Çatı Sivil Toplum Kuruluşu’na bağlı bir tane olmak üzere toplam 3 bin 454 kapasiteli 144 kadın sığınma evi bulunuyor.

Kadın sığınma evi sayısı, kanunda yer alan maddenin öngördüğüne kıyasla oldukça az ve yetersizdir.

Belediyeler, sığınma evleri yanında kadın ve çocukların konuk edildiği konuk evlerini de uygulamaya geçirmelidir.

Yasalarımız belediyelere bu konuda görev veriyor.

Belediye Kanunu’nun 14. maddesine göre, büyük şehir belediyeleri ile nüfusu 100 binin üzerindeki belediyeler, kadınlar ve çocuklar için sığınma evleri açmak zorunda.

Çağımızda hemen hemen her alanda kadın ve erkeğin eşitliğinin sağlanması toplumsal barış, huzur ve mutluluk getirecektir. Kadın emeğinin üretime katkısının önündeki engeller aşıldıkça kadın ve erkek elbirliğiyle ülkenin kalkınmasına daha büyük katkılar sağlayacaktır.

Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır



Dünyada birçok yazarın, aydın sandığımız kişilerin göremediği gerçeği bir cümleyle ne güzel özetliyor Jürgen Elsasser: “Artık sağ ve sol, doğu ve batı, ya da kapitalistlerle sosyalistler karşı karşıya değildirler. Mücadele yurtseverlerden ve emperyalistlerden oluşan iki cephe arasındadır.” Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır adlı kitabının Türkiye baskısı için yazdığı önsözde böyle diyor.

Kitap, 2000’li yılların başında Avrupa’da yaşanan ekonomik krizleri, bu krizlerin arkasında yatanları sorguluyor. Dev sermaye akımlarının ulusal devletlerin sınırlarını nasıl zorladığını, bunları denetleyen mekanizmaların nasıl zayıflatıldığını araştırıyor.

Kitapta vurgulanmak istenen temel sorun, Ulusal devletlerin uluslararası finans kapitalin saldırısıyla zayıflatılması ve ortadan kaldırılmak istenmesi.


Hedge Fonlar


Ulusal devlete saldırı sadece ekonomide mi?

Yazar, paradan para kazanan borç alıp borç verme üzerine kurulan bir kredi sisteminden söz ediyor. Üstelik bu para ticareti, ulusal devletlerin, merkez bankalarının denetiminden bağımsız. Paradan para kazandıran sistemin merkezinde ise ABD ve İngiltere’de bulunan uluslararası finans aristokrasisi.

Bu sistemin saatli bombası olarak 'hedge fon'ları gören yazar, ulusal devletler için bu fonların nasıl bir tehlike olduğunu açık anlaşılır bir dille anlatıyor.

Ulusal devletlerin finans kapitalin pençesinden nasıl kurtulabileceğini de açıklayan yazar, bu kitabıyla tüm yurtseverleri sarsıyor, uyandırıyor, çözüm önerileri sunuyor. Kuşkusuz onun gibi birçok gerçek aydın yıllardır bıkmadan bizi sarsıyor, uyandırıyor.

Küresel egemenlerin ne istediğini özetliyor Jürgen Elsasser: Ulusal devletin, bağımsızlığın modası geçti, federasyona geçin, parçalanın, savaşın.

Görünmeyen düşman çok uluslu şirketlerin ve finans kapitalin saldırısından kurtulmanın yolu ise bağımsız, egemen, ulusal devlete sahip çıkmak.

Yazılarında söyleşilerinde bıkmadan usanmadan etnik bölücülere, din ve mezhep ayrımcılığı yapanlara savaş açan Nihat Genç’i anmadan geçemedim. Son günlerde şöyle haykırıyordu Nihat Genç: Türkiye’de liberal yazarlar otuz yılımızı yedi…

Nihat Genç ve Jürgen Elsasser Ulusal devleti savunma çizgisinde farklı üsluplarla bizi uyarmaya devam ediyorlar.

Ulusal Devletin Yıkımı ve Sol Tavır, Jürgen Elsasser, Kaynak Yayınları

Makedonya Gezi Notları



Manastır, Resne, Ohrid, Üsküp


Kocacık Belgeseli’ni yerinde izlemek için yola çıkan bir otobüs dolusu gezgin, gezinin ikinci günü Selanik’ten Manastır’a doğru yol alıyoruz. Yunanistan üzerinden Makedonya’ya Atamızın ve onun atalarının izini sürüyoruz Balkan coğrafyasında. Kocacık Makedonya’da Ohrid ve Üsküp arasında dağlık bölgede küçük bir köy. Önce Manastır, Resne ve Ohrid’i gezeceğiz.

Haritalarda Bitola adıyla geçen Manastır, Makedonya’da ilk durağımız. Selanik’ten iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Manastır’a, Makedonya’nın ikinci büyük kentine ulaşıyoruz. Mustafa Kemal’in askeri liseyi okuduğu (1385-1912) Osmanlı şehri. Bizim orta boy kasabalarımızı andırıyor.

Mustafa Kemal’in liseyi okuduğu Manastır Askeri İdadisi’ni, gençlik aşkı Eleni Karinte’nin yaşadığı evi göreceğiz.

1896’da Manastır’daki okula yatılı olarak kaydolan Mustafa Kemal’in 1899’a kadar okuduğu Askeri İdadi Manastır Kültür Müzesi olarak hizmet veriyor. Burada,Makedonya tarihine ve kültürüne ait eserler sergileniyor. Binanın bir bölümü Atatürk’e ayrılmış. Burada Yılmaz Büyükerşen tarafından çalışılmış, Atatürk’ün balmumu heykeli ve bazı eşyaları, fotoğrafları, onun hakkında yazılmış eserler sergileniyor. Ayrıca Genelkurmay Başkanlığınca hazırlanmış bir film gösteriliyor. Yerli ve yabancı turistlerin en çok etkilendikleri belgelerden birisi, Mustafa Kemal’in gençlik aşkı Eleni Karinte’nin Mustafa Kemal’e yazdığı mektup. Mustafa Kemal’e ulaşıp ulaşmadığı konusunda kesin bir bilgi sahibi olmadığımız bu mektubu Eleni, “Ebediyen seni seven ve bekleyen senin Eleni Karinte.” cümlesiyle bitiriyor.

Evliya Çelebi'de Manastır


Evliya Çelebi’nin, Manastır’da 70 cami ve mescitten söz ettiği bilinir.
Manastır’da, azalan Türk ve Müslüman nüfus nedeniyle bu camiler boş. Ayakta kalan Koca Mimar Sinan Camii, İshak Camii, Haydar Kadı Camii, Yeni Cami, Türk Çarşısı ve Bedesten, turistlerin uğrak noktaları. Bedesten’de Osmanlı döneminden kalma 86 dükkan bulunmakta.

Askeri İdadi’nin yakınındaki otuz metre yüksekliğindeki Saat Kulesi, şehrin sembollerinden birisi.

Manastır’da İskender Heykeli, camiler, kiliseler, çok dinli, çok kültürlü bir şehirde dolaştığınızı, bu şehrin imparatorluklar görmüş geçirmiş önemli bir kültür ve ticaret şehri olduğunu her fırsatta hatırlatıyor.

Bu şehri gezerken sanki Türkiye’de dolaşıyormuş gibi duygulara kapılıyoruz. Osmanlı Döneminin ruhu, çarşılarda, camilerde, şehrin merkezindeki konutlarda hala yaşıyor.

Manastır'da Türk Çarşısı


Türk çarşısı üzerine ilginç bilgiler veriyor rehberimiz Enver Ahmet: Osmanlı zamanında çarşı oldukça hareketlidir. Her ürünün pazarı vardır: Boza pazarı, pekmez pazarı, salep pazarı… Osmanlı zamanında bu pazardaki dükkanların yüzde altmışı Türklere aitti, pazarın dili Türkçe’ydi.

Bini aşkın dükkanın ise sahibi Türk’tür. 2017 temmuzunda tek Türk dükkanı olduğunu öğrendik. Manastır’da göz dolduran tarihi evlerin Osmanlı paşalarına, vali ve askerlerine, devlet memurlarına ait olduğunu da Enver Ahmet’ten öğrendik.

1912’ye kadar Osmanlı egemenliğinde kalan Manastır’da şimdilerde yaklaşık elli Türk ailesi kalmış. Türkler, İstanbul, Ankara, Eskişehir, İzmir ve Manisa’ya göç etmiş.


Resneli Niyazi’nin Mekanı


Yaklaşık bir saatlik otobüs yolculuğundan sonra Manastır’dan Resne’ye geçiyoruz. Resneli Niyazi’nin evi ziyaret noktamız. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli isimlerinden birisi olan Resneli Niyazi, Manastır Askeri İdadisi’ni ve İstanbul’daki Harp Okulu’nu bitirmiş, 1897 Osmanlı-Yunan savaşında büyük başarı göstermiş, Sırp ve Makedon komitacılara karşı savaşmış.

Resneli Niyazi, 1908’de Abdülhamit yönetimine başkaldırarak taburuyla dağa çıkan Binbaşı Enver Bey, Ohrid’li Eyüp Sabri ile bu ayaklanmaya katılır. Selanik Hükümet konağı işgal edilir, ayaklanmayı bastırmaya gelen Padişahın adamları öldürülünce ayaklanmanın bütün ülkeye yayılmasından korkan padişah 24 Temmuz 1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kalır.

31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılmasında da görev alan Resneli Niyazi, ordudan ayrılarak Resne’ye döner. Şehrin imarı için çalışır.

Resneli Niyazi’nin en büyük hayali, Resne’yi küçük Paris yapmaktır; fakat daha kırk yaşındayken öldürülünce, hayali de yaptırmaya başladığı köşk de yarım kalır. Ölümünden sonra torunu tarafından tamamlanan bu gösterişli ev, Resne Kültür Evi olarak turistlerin uğrak noktalarından biri; fakat evin içinde ona ait hiçbir eşya yok.

Ohrid


Resne’den sonraki durağımız: Ohrid. Makedonların, Türklerin ve Arnavutların yan yana yaşadığı Ohrid’in çoğunluğu Makedon, Türklerin nüfusu ise yüzde onu aşmıyor. Ohrid gölünün hayat verdiği bu turistik şehrin nüfusu, kışın 55 bin iken yazın 85 bine çıkıyor. 1395’te Osmanlı egemenliğine giren şehir, 1913’e kadar Osmanlı yönetiminde kalmış. Ohrid’de Roma ve Osmanlı döneminden kalma birçok eserle karşılaşıyoruz. Camiler, Bedesten, Hamam ve Türk Çarşısı.

Kiril alfabesinin doğduğu yer olması nedeniyle Slavlar için son derece önemli dini ve kültürel bir merkez. Tıpkı Yahudilerin Kudüs’ü gibi. İncil burada Kiril alfabesine çevrilmiş, Kiril alfabesi buradan yayılmış. Rehberimiz Enver Ahmet, Ohrid’de 360 kilise, 23 cami, üç hamam olduğunu söylüyor.

Ohrid gölü, iki milyon yılda oluşmuş, çevresine hayat veren bir göl. Ohrid şehri de gölü de sakinliğiyle yeşili ve maviyi buluşturan fakat sıcağıyla bunaltmayan iklimiyle çekici bir yer. Çevresindeki dağlardan akan çok sayıda kaynak suyuyla beslenen bu gölün balıklarının ilginç öyküsünü dinliyoruz.

Ohrid gölündeki balıkların pulundan yapılan inciler oldukça ünlü.

Roma döneminden kalma birçok eser de yer alıyor Ohrid’de: Oldukça görkemli tarihi kale, çok sayıda kilise, manastır dikkati çekiyor.


Ohrid’den Sonraki Durağımız Üsküp.


Üsküp’e giden yolda Mavrova bölgesindeki milli parktan geçiyoruz. Yemyeşil ve dik dağları, dereleriyle Karadeniz’i andırıyor. Bu dağlar, çok sayıda nehri besliyor. Teoman Alili’nin anlatımına göre bu nehirlerde oltaya gerek kalmadan elle balık toplanırmış bir zamanlar.

Mavrova kasabası ve dağları Makedonya’nın kayak merkezi. Oldukça sakin, huzur veren bir doğası var.

Ohrid’den iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Üsküp’e ulaşıyoruz.

Makedonya’nın en büyük kenti aynı zamanda başkenti olan Üsküp, beş yüz yıl Osmanlı idaresinde kalmış. Vardar nehrinin iki kıyısında kurulmuş kent, tarihi eserler yönünden oldukça zengin.

Vardar nehrinin üzerinden geçen ve Fatih Sultan Mehmet zamanında, günümüzden 550 yıl önce yapılan Taş Köprü tüm görkemiyle iki yakayı bağlıyor, kentin en önemli simgelerinden kabul ediliyor.

Fatih Sultan Mehmet zamanında tamamlanan on iki ayaklı ve iki yüz yirmi metre uzunluğundaki köprü Osmanlı Devleti’nin parlak yıllarının simgesi gibi hala ayakta.

Vardar nehrinin bir tarafında Müslümanlar, öteki tarafında Ortadoks Makedonlar yaşıyor. Bir tarafında Üsküp Türk Çarşısı, Kurşunlu Han, Murat Paşa Camii, İsa Bey Camii, öbür yanında Avrupa havasında modern kafeler, restoranlarla bir Avrupa görüntüsü dikkati çekiyor.

Üsküp’teki Kiril Metodi Üniversitesi 1949’dan bu yana eğitim veren ve Üsküp’ün önemli eğitim kurumlarında biri. İki azizin adını taşıyor: Aziz Kiril, Aziz Metodi.

Bugün Rusya, Makedonya, Ukrayna, Bulgaristan, Sırbistan, Kırgızistan, Tacikistan’da kullanılan bu alfabeyi bulan iki kardeş aziz, aynı zamanda Hıristiyanların çok değer verdiği misyonerlerden.


Makedonya’dan Göç


Üsküp’te Türk Çarşısı’nın Osmanlı döneminden kalma parke taşları üzerinde yürüyüp, bir kahvede Türk usulü demlenen çay içmek, Türkçe konuşmalarımızı duyanların Türkçe selamlarını almak, yüzlerdeki hoşnutluğu görmek mutluluk verici. Türklerin sayısının azlığı dikkati çekiyor.

Dağların eteklerinde yeşiller arasındaki küçük köylerde Müslüman Türk-Pomak(Torbeş), Türkler yaşıyor. Bazıları 25-30, bazıları 50 haneli. Bu köylerin sakinlerinin gurbetçi olduğunu öğreniyoruz rehberimizden. Avrupa ülkelerine, İsveç’e, Norveç’e, en çok İtalya’ya gittiklerini anlatıyor. Bunlara “leylek” denirmiş... Eskiden sadece erkekler çalışmaya giderdi, şimdi ailecek gidiyorlar. Yazları düğün dernek için köylerine geliyorlar, düğünlerini nişanlarını yapıyorlar sonra tekrar gidiyorlar… Yolların yapılması hareketi arttırmış.


Makedonya’da Türk Şehitler


Coğrafya kaderdir, der Soner Polat Amiralimiz.

Bu coğrafyada Osmanlı dönemi şehit mezarında otuz bin, Çanakkale için savaşmaya giden elli Türk’ün mezarı var. Soner Polat Amiralimizin jeopolitik üzerine bunca uyarıda bulunmasının nedenlerini burada da bir kez daha anlıyoruz. Türkiye'nin güvenliği için Balkanlar çok önemli.


Makedonya’da Godot’yu Bekleyenler*


1900’lerde Bulgar, Yunan, Sırp komitacıların çatışma alanı olan Makedonya’da kanlı çatışmalar uzun yıllar sürdü. Osmanlı’dan Makedonya’yı kopartmak isteyen bu Balkan uluslarının arasındaki çatışmalar bitmiş görünse de yakın tarihin acılı gölgesi Makedonya’nın üzerinde hala dolaşıyor.

Yugoslavya’ya bağlı bir özerk cumhuriyet iken Tito’nun ölümüyle başlayan parçalanma sürecinde 1991’de bağımsızlığını ilan etti. Birleşmiş Milletler 1993’te tanıdı.

2017 temmuzunda oldukça sakin ve huzurlu bulduğumuz bu iki milyonluk bu küçük Balkan ülkesinde dağ eteklerinde küçük köylerde yaşayanlar da kentlerde yaşayanlar da geleceğe oldukça umutla bakıyorlar.

Birçoğu Avrupa Birliği hayali kuruyor. Avrupa Birliği’ne giren Yunanistan’ın ulaştığı refah onları çok etkilemiş. Avrupa Birliği’ne girerlerse ülkeye yatırımların çoğalacağı, refahın artacağı beklentisi yaygın; fakat ülkenin adı ve bayrağı hala tartışma konusu. Birçok AB ülkesi, Yunanistan’ın itirazı nedeniyle “Makedonya” adıyla değil FYROM (Makedonya Eski Yugoslavya Cumhuriyeti) adıyla tanıyor.

AB üyesi Yunanistan, topraklarının kuzeyindeki bölgenin adını taşıyan ve İskender’in babası 2.Philip’in hanedanına ait olan simgeyi bayrağında kullanan Makedonya’ya itiraz ediyor.

Yatırımların artması amacıyla bazı kolaylıklar sağlanmış: Makedonya’da yüz bin Euro yatırım yapan, oturma izni aldığı gibi vatandaşlık hakkı kazanıyor.

Trafik sıkışıklığı olmayan sakin insanların ülkesinde zaman zaman neşeli zaman zaman hüzünlü Makedon müziği kulağınıza çalınıyor: Bitola moj roden kraj (Manastır, doğduğum şehir)

Makedonya gezimiz boyunca, Avrupa Birliği hayalinin Türkiye’ye nelere mal olduğunu uzun süredir yaşayan bir ülkenin çocukları olarak bu küçük ülkenin nasıl ayakta kalacağını düşünmeden edemedik.

Türkiye’nin beklediği Godot gelmedi, gelmeyeceği anlaşıldı. Yugoslavya’daki yedi küçük devletten biri olan Makedonya Godot’u bekliyor. Eylül, 2017

*Godot’yu Beklerken, Samuel Beckett,







NUTUK


90. yılında da güncel, bugün de çıkarılacak derslerle dolu NUTUK.

NUTUK, 90 yıl önce Atatürk tarafından 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 2. Büyük Kurultay’ında okundu. Kürsüye bugünkü adıyla cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı olarak çıkan Atatürk, altı gün boyunca günde altı saat konuşarak 36 saat 31 dakikada Büyük Nutuk’u okumuştur.

Kurtuluş Savaşımızın ve Cumhuriyet Devrimimizin ayrıntılarıyla bu devrimi yapan önderin kaleminden öyküsünü anlatan NUTUK, devrimin en önemli belgesidir. Tarihsel olaylar, yorum katılmaksızın, değiştirilmeksizin devrimin önderi tarafından anlatılmaktadır.

KAYNAK YAYINLARI tarafından yeniden ve aslına bağlı kalınarak yapılan baskıda öteki Nutuk’lardan farklı olarak Atatük’ün Cumhuriyet Halk Fırkası Büyük Kongresi’ni Açış Nutku eklenmiştir. Bu açış nutkunda Atatürk Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (Partisinin) kuruluş tarihinin Sivas Kongresi olduğunu şu sözlerle belirtmektedir:

“Fırkamız, geçen ıstırap seneleri içinde milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin temsilcisi olarak bundan dokuz sene evvel meydana çıkmıştı. Bütün Anadolu ve Rumeli’yi kapsamak üzere ilk genel kongremiz Sivas’ta yapılmıştı… Dolayısıyla diyebiliriz ki bugün açılışı ile iftihar ettiğim büyük kongremiz Sivas Kongresi’nden sonra teşkilatımızın ikinci büyük kongresi oluyor...” Nutuk, sayfa 27

Mazlumlar dünyasının başarıya ulaşan ilk devriminin öyküsü olan Nutuk, başarıya hangi stratejilerle ulaşıldığının da ibret verici öyküsü, bir kılavuz kitaptır. 15 Ekim 2017


Toprak Uyanırsa


Genç Cumhuriyetin Öğretmenlere İlham Veren Yazarı: ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR

Köylerde on altı yıl öğretmenlik yapan babamın kitaplığında özel bir yeri olan şu kitaplar, belleğimde ne derin izler bırakmış: Toprak Uyanırsa, Suyu Arayan Adam.

Yıllar sonra Toprak Uyanırsa’yı yeniden okuduğumda roman kahramanıyla babamın yaşamının, ne çok benzediğini görmek heyecan vericiydi. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, o öğretmenlerin arasında onların anılarını dinlemekle geçti.

Köy Enstitülerinin mimarı “İsmail Hakkı Tonguç’a ve bütün yurt sathına yayılmış mücahit eğitim ordusuna” ithaf edilen Toprak Uyanırsa, bir anı roman. Tertemiz Türkçesiyle, insanı neşelendiren sımsıcak anlatımıyla zevkle okunuyor.

Roman, emekliliğin gelgitlerinde bunalan ve yeniden öğretmenliğe dönmek isteyen öğretmenin öyküsünü anlatır. Roman kahramanı, ikinci öğretmenliğini yapmak üzere Ankara’daki evini, eşini, torunlarını bırakıp Polatlı’nın yoksul bir köyüne, Keltepe’ye gider.

Dönem Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarıdır. Romanda zaman zaman 1950’lerin politik yapısının yansımalarını da buluruz. Demokrat Parti iktidarıyla devlet yönetiminde farklı bir rüzgarın esmeye başladığını öğretmen atamalarında ölçütlerin nasıl değiştiğini şu sözlerle dile getirir yazar: “Şimdi devir değişti hocam. Son seçimler başka bir devlet idaresi getirdi. Şimdi ne ben, hatta ne vali işlerimizin sahibiyiz… Mebus, il, ilçe, bucak başkanları şeklinde sorumsuz bir kuvvetin havada esen baskısı hükümet insanlarına dilediğini yaptırmak yolundadır.” sayfa 41

Bu sözler Ankara’da yaşayan bir emekli öğretmenin Polatlı’nın uzak bir köyüne atanışının açıklamasıdır. Doğa ve köy koşulları oldukça zorludur. Ulaşım kısıtlıdır.

İlk günler geçip öğretmen köyü, köylü de onu kabullenince aydınlanma ve kalkınma serüveni başlar: “Bu köyde ölmüş bir çamur yığını değil, soy bir maya var. Soy bir mayadan yoğrulmuş uyandırılmaya muhtaç bir insan hazinesi var. Burada ben açlığa bataklığa, sahipsizliğe rağmen, toprağını bırakmayan ona yapışan yenilen fakat geri çekilmeyen bir savaş cephesindeyim.” sayfa 77

Yazara bu sözleri söyletenler, köyde ilk karşılaştığı Sarı Çavuş, Hafız, Sığırtmaç Musa, muhtar, yatalak köy Hocası, aynı zamanda köyün önde gelenleridir. Binlerce yıllık köy geleneğiyle bu zorlu koşullarda yaşamayı beceren köyün kendi çapında öncüleri, sözü dinlenen, sayılan, danışılanları vardır. Her birinden köyün efsanelerle karışık öyküsünü ve dertlerini öğrenir. Belleğindeki Gordiyon, Frigya efsaneleriyle harmanlanır bu binlerce yıllık tarih. Yokluğun ve cehaletin kıskacında kaybolmamış insan cevheriyle bu yoksul köy onu kısa sürede esir almıştır. Köyün öncülerinin önderi olmuştur.

O, artık köydeki aydınlanma ve kalkınma imecesinin doğayla ve cehaletle savaşın tam ortasındadır. Yapacak çok işi vardır: Davar ağılına dönen köy okulunu adam etmek, öğrencileri tespit edip kaydetmek, köyü sıtmadan kırıp geçiren Sıtmabükü bataklığını kurutmak, gençlere ve yetişkinlere rehberlik etmek, köylünün ekonomik kalkınmasını sağlamak için projeler hazırlamak ve uygulamak.

Kısıtlı olanaklarla onların her derdine derman olmaya çalışır. Ruhsal çöküntünün yerini çalışmak, yaşama sevinci, umut ve coşku alır. Gündüz okuldadır; geceleri gençlere ve yetişkinlere okuma yazma öğretmekle geçer. Maaşının bir kısmını okul için harcar. Köylünün gücünü aşan sorunları ise devlet desteğiyle çözer. Onun öncülüğünde yüzyıllardır çözülmeyen ve kader olarak kabul edilen sorunlar çözülür.

Romanda yer yer eğitim, aydınlanma, ekonomik kalkınma konularında görüşlere de yer verilmiş: “Okumak, yazmak okul eğitim, bunlar amaç değil araçtır. Amaç halkın dirliğini değiştirmektir.Onu doğayla savaşında silahlandırmaktır… Yoksa orman tükenir, sular kurur, toprak akar ve insanın yaratıldığı günden beri tabiatla süregelen savaşında insan yenilirse midenin azgınlığı, kafanın değerlerini yutar, insanı hayvanlaştırabilir…” sayfa 172

Anadolu’da yüzyıllardır gelenekleriyle yaşayan ve tek önder olarak köyün hocasını gören bu köylüler çağdaş uygarlığa nasıl kavuşturulacaktır? Nasıl üretime koşulacaktır? Toprak Uyanırsa, işte bu soruların yanıtı gibidir: Bu coğrafyada, öğretmen öncülüğünde, devlet desteğiyle asker ve din adamının işbirliğiyle mucizeler yaratılabilir.

Keltepe öğretmeninin yaşamöyküsü, birçok yönden bugünün gençlerine, aydınlarına ilham verecek özellikler taşıyor.

Şevket Süreyya Aydemir kimdir?


Her devrimin bir öncü kadrosu vardır. Şevket Süreyya Aydemir, işte bu öncü kadro içinde yer alan Atatürk’ün en yakınındaki sayılı aydından biridir. O, Atamızın övgüsünü kazanmış değerli bir eğitimcidir.

Ankara Ticaret Lisesi’ni kuran ve çağdaş bir eğitim uygulayan yazara, Atamız, Cumhuriyet’in onuncu yılında takdirlerini şöyle dile getirmiştir: “Gördüklerim yüreğimi sevinç ve büyük umutla doldurdu. Türk çocuklarının yüksek kabiliyetlerine inancım tamdır… Bugün burada gördüğüm eser görülmeye ve takdir olunmaya değer en kıymetli beşarettir(müjdedir). Kıymet ve kudretini canlı eseriyle göstermiş bulunan Müdür Şevket Süreyya Bey’i takdir eder ve kendisinin daha geniş çalışma eserlerini iftiharla göreceğime olan inancımı beyan ederim...”

Atatürk’ün isteği üzerine Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile birlikte Kadro Dergisini(1932-1935) çıkaran yazar, ekonomide devletçiliği savunur. Yazarın, Atatürk dönemini inceleyen Tek Adam; İnönü dönemini inceleyen İkinci Adam; Menderes’in Dramı; Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa en bilinen eserleridir.

Kemalist felsefeyi hem yaşamında, hem de hem de tüm eserlerinde yansıtan değerli yazarımız Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarının arayış içindeki tüm gençler ve okurlar için bugün de ilham verici olduğunu söyleyebiliriz. Mayıs, 2017

Yurdunu Kaybeden Adam

Vatansızların hazin sonu romanlara konu olmuştur.

Yakın geçmişimizde Lozan’dan sonra sürgün edilenler 150’likler olarak anılır. Aralarında başta Vahdettin olmak üzere bakanlar, meclis üyeleri, Sevr Antlaşmasını imzalayanlar ve bazı gazete sahipleri vardır. En tanınanları, Ali Galip, Çerkes Ethem, Sait Molla, Refik Halit Karay ve yurtseverlere idam cezası yağdıran Nemrut Mustafa’dır.

Atatürk döneminde, 1938’de, bunlara af getirilmiş fakat çoğu yurda dönmemiştir. 150’likler, tüm vatansızların yazgısını paylaşır. Tıpkı Cengiz Dağcı’nın Yurdunu Kaybeden Adam romanındaki Sadık Turan gibi.

Atamızın dediği gibi “Vatanın müdafaası mecburiyeti olmadıkça savaş bir cinayettir.” Savaşı cinayet olarak tanımlayan fakat gerektiğinde en azılı düşmanlara meydan okuyan Atamız, insanlık tarihinin en onurlu sayfasında yerini aldı. O, engin birikimi ve tarih bilinciyle içinde yaşadığı süreci doğru değerlendirmiş ve kararını vermişti: Esir olup onursuz bir hayat yaşamaktansa savaşmak, onuruyla ölmek yeğdir.

Savaş zamanlarında en korkunç duruma düşenlerin, çeşitli nedenlerle safını iyi seçemeyenler ve düşmanla iş birliğine girenler olduğunu tarih bize gösteriyor. Büyük yazarların özellikle savaş romanlarında bu temayı işlediğini görürüz. Yurdunu Kaybeden Adam bu romanlardan biridir. Vatansız kalanların hazin sonunu anlatır.

İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya içlerine ilerleyen Almanlar, savaşta esir düşen Türklere Türkistan ve istiklal” vadederek Nazi üniforması giydirir; onları, Rusya’ya karşı kullanır. Sadık Turan da Türkistan ve istiklal hayaline kapılanlardan biridir. Nazi üniforması içinde Alman ordusuyla birlikte, Türkistan hayali uğruna Rus ordusuna karşı savaşır: Bu savaşta düştüğü trajik durumu anlatan şu sözleri ibret vericidir: “1942 yılının baharında Alman ordusunun kadrosu içinde Türk aslından esirlerle Türkistan Lejyonu teşkil edilmiş, bizler de yeniden asker olmuştuk. Alman üniformasıyla halimiz hem gülünç hem de acıklıydı galiba. Ama biz bunu ne fark edebiliyor ne de aklımıza getiriyorduk…”

Alman komutanların verdiği eğitimlerde, milli duygular dinsel hassasiyetlerle harmanlanıp bu savaşın haklılığına inandırılan Türkler, cephede bu kirli savaşın dehşetini ölerek öldürerek yaşar.

Cephe gerisinde yaşanan trajedileri Sadık Turan’ın babası şöyle anlatır: “Kurtuluş günü geliyor diye hepimiz Almanları bekledik ama yanılmışız Sadık… Kurtuluş değil kan ve ölüm getirdiler memlekete. Binlerce Kırımlıyı kurban ettiler. Şehir kenarına çıkarıp kendilerine kazdırdıkları çukurların başında vurdular…”

Almanların komutasında savaşırken acı gerçeği geç de olsa anlayan binlerce Türk, mezarsız ölüler arasında yerini alır, kimisi Alman komutanların emrine itaatsizlikten idam edilir. Bazıları daha da talihsizdir: Kendi silah arkadaşlarını Alman komutanın emriyle kurşuna dizmek zorunda kalır. sonuçta , Almanlarla birlikte yenilgiyi, bozgunu yaşar.

Savaşın sonunda Sadık Turan’ı mülteci olarak görürüz. Kızılhaç Cemiyetine tezkere için başvurduğunda memurun “Nationality?” sorusuna verecek cevap bulamaz. Vatanıyla birlikte dilini de kaybetmiştir... Başvuru kağıdına “No nationality” (vatansız) yazılır. Sadık Turan ebediyen vatansız kalmıştır.

Tarihin insanları seçim yapmak zorunda bıraktığı anlar vardır. Bu seçim kimilerini, roman kahramanı Sadık Turan gibi vatansız bırakabiliyor.

Emperyalistlerin üniformasını giyenler, onlarla işbirliği yapanlar dün olduğu gibi bugün de vatansız kalmaya mahkumdur. Nisan 2017

Yurdunu Kaybeden Adam, Cengiz Dağcı, Ötüken Neşriyat


Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları


Kemalizmin ulusal ve uluslararası kaynaklarını, Kemalizmin felsefi boyutunu derinlemesine ele alan KEMALİST DEVRİM setinin 5. kitabı.

Düşünsel kaynaklarına inilmeden Kemalizmin tam olarak anlaşılamayacağını anlatan kitabın kaynakçası da çok zengin. Atatürk'ün Bütün Eserleri 1-30. cilt dahil yüzü aşkın seçkin kaynağa başvurulmuş.

Devrimi yapan ve kendilerini Kemalist olarak tanımlayan bu öncü asker ve sivillerin düşünsel alt yapısı, hayat felsefesi neydi? İlham kaynakları kimlerdi?

Bu mucizeyi yaratan öncü subaylar ve aydınlar kimdi? Hayatı ve dünyayı nasıl anlıyordu?

Öncülerin tartışmasız lideri Harp okulunun en parlak öğrencisi Mustafa Kemal’dir ve 57 yıllık hayatında -resmi kaynaklara göre- 3. 997 kitap sığdırmıştır. Hemen yanı başındaki devrimci kadrodan bazılarını saymak isterim.

İlk medeni yasamızı hazırlayan Mahmut Esat Bozkurt…

İlk Milli Eğitim Bakanlarından Mustafa Necati

Atatürk’ün değişmez Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras.

1927-1938 döneminin değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya.

Kitap bilmediğimiz, uzun yıllar sansürlenmiş üstü örtülmüş gerçekleri dile getirirken kafamızdaki birçok bulanıklığı da gideriyor. Parça parça bilgiler bir bütünlüğe kavuşuyor, aydınlanıyoruz.


Kemalizm - Kamalizm terimleri

Bu terim ilk kez İngiliz ve Amerikan basınında M:Kemal ve arkadaşlarını aşağılamak için Kemal ve çetesi anlamında kullanılmış. Sovyet basınında ise bu terim emperyalizme karşı mücadele eden Türklerin kurtuluş hareketidir.

Sözcük doktrin mi, ideoloji mi prensip mi sorusunun cevabına gelince. Cevabı Mustafa Kemal’den alalım:

Cumhuriyet Halk Partisi 1935 programında şu cümle yer alıyor: “Partinin güttüğü bütün bu esaslar Kamalizm prensipleridir.”

Kamal, Türkçede kale, ordu anlamına gelen bir sözcüktür.

1936’da Kemalizm veya Kamalizm adıyla iki kitap yayınlanmış, 1931 CHP programında ise şu tanım yer alıyor:”

Cumhuriyet Halk Fırkasının programına temel olan ana fikir inkılabımızın başlangıcından bugüne kadarki fiiliyat ve tatbikatta aşikardır.” s.11

Kemalizm doktrin midir? Hayır, Atatürk’ün doktrin istemem donar kalırız. Biz yürüyüş halindeyiz, dediğini Yakup Kadri aktarır. s.15

Özet olarak Kemalizm Kemalist devrim denen uygulamaların toplamıdır ve (s.16) Kemalizmin hareket noktası, anahtar kavramı ise o günlerde yaşananlar, hayatın mecburiyetleridir diyebiliriz. Hayatın mecburiyetleri kavramı değişen zamana göre içi doldurulacak bir kavramdır. 50 yıl önce farklıdır, yirmi yıl önce bugünden farklıdır. Bugün bir yıl öncesinden yine farklıdır, Bir ay sonra daha farklı olacaktır. Bugünün mecburiyetleriyle bir yıl sonrasının mecburiyetleri yine farklı olacaktır.

Kemalistler sorunları bu gözle değerlendirirler.

Kemalist devrimin önderleri, başta Mustafa Kemal Fransız devriminden ve Sovyet devriminden etkilendiklerini açık açık ifade etmişlerdir.

Kemalizm Atamızın deyişiyle bir yürüyüştür bir uygulamadır. O yolun kılavuzu ise bilimdir. 1904’te 23 yaşındayken not defterine şöyle yazmış: “Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.”

1920’den itibaren devlet sosyalizmini savunduklarını Hakimiyeti Milliye gazetesinde ifade etmişler, hatta ders kitaplarına yazmışlardır. s.16

Kemalistler öncelikle halkçı olduklarını vurguluyorlar. Bunu şu belgelerden anlıyoruz:

-13 Eylül 1920 tarihli Halkçılık Programı

-1921 Anayasası

-1924 Anayasası

- Cumhuriyet Halk Fırkası 1931 Programı

- CHP 1935 Programı

- Devrim Kanunları

Halkçılık prensibinin kaynaklarına gelince iki kaynak karşımıza çıkıyor: Fransız İhtilali, Sovyet Devrimi.

Kemalizm bu iki devrimin Türkiye gerçekleri zemininde kaynaştırılmasıydı. s.19

Dünya tarihi içinde Kemalizmin tanımı, batıya göre burjuva demokratik

devrimidir.

Kemalizmin Felsefesi

Bu konuya girmeden önce iki ana felsefe akımını hatırlamak gerekiyor: idealizm ve materyalizm

Kısaca belirtip geçelim, İdealizmin kökleri dinsel ve mistiktir. Dünyayı anlamak için antik çağda tanrı ve tanrıçalara başvurulurdu. Daha sonraki süreçte ise kutsal kitaplara başvuruyorlar.

Materyalizmin kökleri ise deneye gözleme ve bilimsel düşünceye dayanıyor. Rönesanstan günümüze kadar idealizmle materyalizmin çatıştığını birçok bilimadamının kilisece afaroz edilip Bruno gibi yakıldığını biliyoruz.

Kemalistler materyalist tekçiliği savunuyorlar. İdealizmi reddediyorlar. Doğa hem evrenin yasaların sahibidir hem de aynı yasalara bağlıdır. Evrendeki varlıkların birliği esastır.

Kemalistlere göre doğada olduğu gibi toplumların hayatında da maddi süreçler belirleyicidir.

“TBMM Hükümeti millidir tamamiyle maddidir, hakikatperesttir.”

Gerçekçilik, maddeyi anlamak anahtar kavramdır.

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya “...Tarihte deterministiz, icraatta pratik maddiyetçiyiz.”

Pratik maddiyetçilik hayatın ihtiyaçlarına cevap verme anlamında kullanıyorlar.

Kemalistler tarihte deterministiz derken toplumların da doğa gibi nesnel koşullara bağlı olduğunu saptıyorlar. Hayatın gündelik zaruretlerinden esinleniyorlar, bu nedenle pratik maddiyetçilik Kemalizmin eyleme öncelik veren özelliğidir.

Hayatın değişkenliğini, değişimin bir temel yasa olduğunu felsefe tarihinde ilk söyleyen Efesli Heraklitos’tur. MÖ 6. yüzyılda yaşamış bir bilgedir. Aynı suda iki kez yıkanamazsın, der, Efesli Heraklitos.

İçişleri bakanı Şükrü Kaya “Muayyen bir formül tatbik ederek onu ebediyen muhafaza için almadık” diyor.

Atatürk’ün Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt dünya çapında bir hukukçudur. Dünya hukuk tarihine 1926’da kazandığı Bozkurt-Lotus Davası ile geçerek uluslararası bir şöhret kazanmıştır. Bu hukuk zaferinden sonra kendisine Atatürk tarafından Bozkurt soyadı verilmiştir.

Mahmut Esat Bozkurt, şöyle der: Bilimsel sosyalizmin emek değer teorisini reddedenler şarlatandır.

Bu noktada sözü ekonomiye getirelim. Kemalistler tarihte belirleyici etken olarak ekonomiyi görür.

İzmir İktisat Kongresi açılış konuşmasında Mustafa Kemal şöyle der:

“Zamanımız bir iktisat devrinden başka bir şey değildir.... Yegane kuvvet hakiki en kuvvetli temel iktisadiyattır.” Bu düşünceleri nedeniyle yeni Türkiye devletinin temellerinin süngü ile değil süngünün dahi dayandığı iktisadiyatla kurulacağını belirtmiştir.

Mahmut Esat Bozkurt ekonominin devlet biçimine ve dünya politikasına etkilerini açıklar ekonomiyle devrim arasındaki ilişkiye dikkati çeker. Şöyle der: “İhtilaller sosyal ve ekonomik nedenlerle gerçekleşir ve her ihtilal ancak ekonomik alana girerek tam ve başarılı olabilir.”

Kemalistlerin Fransız İhtilalini, Rus İhtilalini çok iyi araştırdığı Avrupa’daki aydınlanma dönemi düşünürlerini iyi tanıdığı yazılarından anlaşılıyor. Örneğin M. Esat Bozkurt Atatürk İhtilali kitabında Kant, Russo, Marks, Kapital, Lenin, yazılarında sık sık geçiyor, onlara gönderme yapıyor.

Kemalistlerin tarihe bakışında da farklı yaklaşımlar görürüz. Onlara göre Osmanlı egemen sınıfları hükümdarın çevresindeki ruhani, askeri ve mülki aristokrasiyi oluşturan feodallerden oluşur.

Yani Osmanlı tarihini sınıfsal açıdan ele alırlar. Onlara göre Osmanlı ordusunun görevi padişahın ve hakim sınıfın çıkarlarını korumaktır. Cumhuriyet döneminin tarih kitaplarına da bu tarih yaklaşımı yansımıştır.

Kemalistler insanlık tarihinin gelişmesinde devrimlere anahtar rolü verirler.

Toplumsal gelişmede evrim mi devrim mi tartışmasında tavırları devrimden yanadır. Evrim ancak fizyolojik olaylar için söz konusu olabilir. Sosyal ve ekonomik hayatta ilerleme gerektiğinde ihtilaldedir.

Atatürk devrim konusunda şöyle der: “İnkılap mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir.

Cumhuriyetin tarihçisi hukukçusu Mahmut Esat Bozkurt (hala onun hazırladığı Medeni Kanun uygulanıyor) o günler için çok ileri cesur düşünceleri vardır: Siyasal kurumların, mülkiyetin değişen şekillerine bağlı olduğu “ tespitini yapar.

kemalistler devrimi tarihin kaçınılmaz ve gerekli gelişme yolu olarak görmüşlerdir. Reformcu değil devrimcidirler.

Türk devrimini bizzat Nutuk’ta kendisi özetleyen Atatürk’e göre yapılan: Osmanlı Padişahına ve Müslümanların halifesine isyandır; emperyalistlere milletçe silahlı olarak karşı koymak ve mücadele eylemektir. Yapılan işler arasız devrimlerdir. Türk devrimi, altı okta ifade edilir fakat onu donmaktan, çağın gerisine düşmekten kurtaracak olan özelliği devrimciliktir.
 7 Kasım 2016


Kemalist Devrim 5, Kemalizmin Felsefesi ve Kaynakları, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları









Kuvayı Milliye Kadınları




Datça’dan “Kuvayı Milliye Kadınları” geçti.

Nezihe ARAZ’ın yazdığı oyun, Özlem Dede’nin yorumuyla Datça Amfitiyatro’da gösterildi. Söz konusu vatansa… Vatan tehlikedeyse… Verilecek cevap önce vatan olmalıydı. Oyun, kısaca işgalcilere kadınların verdiği yanıtı anlatıyordu.

İzleyicileri işgal yıllarına götüren oyun, işgallerin, savaşların kadın kahramanlar yarattığını anlatıyordu. Bu kahramanların bazıları kalemiyle, beyniyle savaşıyordu, bazıları ise silah kuşanıp, cepheye koşuyordu: Oyunda izlediğimiz Halide Edip, Darülfünunlu Saime, Kara Fatma, Kağnıcı Kız, Deli Gülnar, Yörük Kızı Emine gibi.

O erdemli kadınlar unutuldu mu?

Gençler onları yeterince tanıyor mu?

Kurtuluş Savaşımızın kadın cephesi yeterince işlenmedi. Ne sinemada ne tiyatroda ne yazın alanında. Oysa içlerinde dizilere, öykülere, romanlara konu olacak ne tipler var. Her biri yaratıcısını bekliyor, ölümsüzleşmek için.

İçlerinde çocuk yaşta kızlar var: Cephedeki adıyla Türk Jan Dark’ı, on iki yaşında onbaşı rütbesi alan ve asker babasıyla cepheden cepheye koşan Küçük Nezahat gibi.

Kafkas cephesinde eşini, batı cephesinde iki oğlunu şehit veren, altınlarını satıp silah ve at alarak savaşa katılan Binbaşı Ayşe; Fransızlara karşı savaşta Osmaniye’de şehit düşen müfreze komutanı Tayyar Rahmiye; Gazi eşinin ölümünden sonra silah kuşanıp Kurtuluş Savaşı’na katılan cepheden cepheye koşan Kara Fatma gibi savaşçı kadınlar var.

Pozantı’da sekiz yüz kişilik Fransız ordusunu pusuya düşüren Kılavuz Hatice gibi yürekli, köylü kadınlar var. Onlardan çok azı yurtsever kalemlerin romanlarında ölümsüzleşti: Ulus Dağı’na Düşen Ateş romanındaki Gördesli Makbule gibi. Yazar Mustafa Yıldırım'a bu anlamlı roman çalışması için şükran borçluyuz.

O kahraman kadınlarımızın bazıları on sekizinde vatanın kurtuluşunu göremeden öldü. Adları kaldı mezar taşında: Ahmet kızı Ayşe gibi.

Onlar, bir ulusun onurlu yaşaması için en değerli şeylerini, canlarını feda etmeyi göze almıştı. Hiçbiri ödül, nişan beklememişti. Sağ kalanlar, savaştan sonra da eski hayatlarına devam ettiler.

Anadolu’nun dünkü öncü kadınlarıydı onlar. Bugünün özgür, çağdaş Türk kadınının önünü açan devrimci kadınlardı.

O erdemli kadınları hatırlamak, anılarını canlı tutmak, gençlere tanıtmak geride kalanları sadece yüceltir.

Tarihini unutan uluslarınsa tıpkı hafızasını yitiren insanlar gibi nerede ne zaman saçmalayacağını kimse bilemez. Ocak 2012


Sosyal Demokrasinin Öyküsü*

Atatürkçüyüm, Kemalist Devrimi savunuyorum diyenlerle Sosyal Demokratlar neden uzlaşamıyor? Uzlaşmalı mı?

Yıldırım Koç, Sosyal Demokrasi’nin Öyküsü kitabında bu merakımızı gideriyor. Bu kavramın ne zaman ortaya çıktığını, tarihsel köklerini, günümüzdeki durumunu, süreç içinde adım adım belgelerle geniş bir kaynakçayla büyük emek vererek bize ulaştırıyor.

“Yazar kitabın sunuşunda şu soruyu soruyor: Türkiye’de sosyal demokrasi, Kemalizmin gelişmiş biçimi midir; yoksa Kemalizmin antiemperyalist ve devrimci özünü tahrip etmek için geliştirilmiş bir anlayış mıdır; Kemalizmin tasfiyesinin sol görünümlü aracı mıdır? Bu kitap, bu sorulara yanıt verilebilmesini sağlayacak bilgileri aktarmayı amaçlamaktadır.”

Bu kitabı okuduktan sonra hiç kimsenin göğsünü gere gere “Ben sosyal demokratım” diyebileceğini sanmıyorum. Kafamızdaki tüm tereddütler dağılıyor, bilgi eksikleri gideriliyor.

Bu coğrafyada “sosyal demokratım” demek gerçekten Cumhuriyetimize ve Kemalist Devrime ihanet mi olur? Neden? Yazar ayrıntılarıyla merak edilenlerin de ötesine geçerek kolay kolay ulaşamayacağımız değerli bilgiler sunuyor. İşte bazıları:

Sanayileşme, kapitalizmin doğuşu, Avrupa emekçilerine yoksulluk ve baskı getirir.

Örneğin, “İngiltere’de 1870 yılında doğumda ortalama yaşam beklentisi 42.3 yıldı.” Sayfa 21.

”Kadınlar günde 18 saat çalıştırılabiliyordu.”

“Çocuklar dört saatlik bir uykudan sonra yarı uykulu bir biçimde sağlıksız fabrikalara sokuluyordu.” Sayfa 23

18.19. yüzyıllarda işçiler için zorla çalıştırılıyor, bazı ülkelerde polis tarafından kırbaçlanıyordu. Sayfa 23.

“İşsizler, bekar kadınlar ve manastırlarda yaşayanlar, imalathanelerde çalışmaya mecburdu.” Sayfa 23

“1789 yılında Paris’teki bir fabrika işçisi, gelirinin yüzde 60’ını yalnızca ekmek için ayırmak zorundaydı.” Sayfa 26
... ve daha birçok değerli bilgi.

Kitaptan, Avrupa’da kapitalizmin yarattığı cehenneme karşı daha 15. 16. yüzyıllarda büyük tepkiler doğduğunu, hatta ayaklanmalar olduğunu, bu ayaklanmaların kan dökülerek bastırıldığını öğreniyoruz.

İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’daki işçi eylemlerine, grevlere ve ayaklanmalara ayrıntılı yer veren yazar, kapitalizmin acımasızlığına karşı emekçilerin acılı direniş mücadelelerini dile getirmiş. Özellikle 1830 ve 1848 ihtilalleri ile alınan yol dile getirilmiş.

İşçilere önemli hakların, emeklilik, ücretsiz sağlık hizmeti, çalışma sürelerinin kısaltılması gibi hakların ne zaman gerçekleştiği kitabın en ilgi çeken bölümlerinden.

Kapitalizmin mezar kazıcısı olarak nitelendirilen işçi sınıfının Avrupa’da daha iyi bir yaşama kavuşmasında sömürgelerin büyük katkı sağladığı ele alınan bir başka konu.

Sonuç olarak, Almanya’da ve Rusya’da kurulan Sosyal Demokrat partiler özünde Marksist olmalarına karşın süreç içinde Rusya’da Komünist partiye dönüşürken, Avrupa’da neden Marksizmden koparak önce kapitalizmle sonra da emperyalizmle uzlaştı?

Bu sorulara yanıt verirken Türkiye gibi sömürü altındaki mazlum bir ülkede sosyal demokratlığa soyunmanın gülünçlüğü akıcı bir anlatımla okuru sıkmadan dile getirilmiş. Bu emeğin ve eserin karşısında saygı duymamak olanaksız. Eylül 2016

*Sosyal Demokrasi’nin Öyküsü, Yıldırım Koç, Kuzgun Kitap, Eylül 2015

ARİFİYE KÖY ENSTİTÜSÜNDE BİR ÖĞRETMEN: AŞIK VEYSEL


Datça’da yaşayan Köy Enstitülü büyüğümüz Muhsin Civelek anlatıyor:

“1942 yılında bir gün yemekhane nöbetçisiydim. Birkaç arkadaşımla tabakları, kaşıkları ekmeği (öğrenci başına günlük 150 gram) ve yemek dolu karavanaları masaların üstüne taşırdık. Öğrenciler sırayla masalara oturup yemeklerini yerlerdi. Öğretmenler de masaların başına oturup öğrencilerle birlikte yemek yerlerdi. Yemek yendikten sonra nöbetçi öğrenciler bulaşık karavanaları, tabakları, çatal ve kaşıkları toplayıp bulaşıkhaneye bırakırdı… 

Halk türküleri öğretmeni Aşık Veysel Şatıroğlu da yanında yardımcısı küçük Veysel’le birlikte gelirdi, onların da yemeklerini verirdik. O gün yemekhane boşalmış, işim bitmişti. Aşık Veysel:

-Muhsin Bey Oğlum, sıladan bir name geldi. Şunu bir okuyabilir misin dinleyelim, dedi.

-Okurum öğretmenim, dedim. Gelen mektubu ağır ağır okudum. Dudakları mutlulukla büküldü. Sanki gözümün içine bakar gibi yüzünü bana çevirdi.

-Muhsin Bey oğlum, hazır buraya oturmuşken bu namenin bir aynını yazıverir misin?

-Seve seve öğretmenim, dedim. Yanındaki küçük Veysel’e cebinden birkaç kuruş çıkarıp okul kooperatifinden kağıt ve zarf aldırdı. İstediği nameyi yazdım. Bundan sonra benim yazdığım mektupların kolay okunduğunu söyledi ve birkaç defa daha mektup yazdık birlikte. Ruhu şad olsun.”*

Çoğumuz bilmez onun Arifiye Köy Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptığını. Bildiğimiz, gözleri görmeyen fakat gönül ve akıl gözüyle gören bir köylü aydın ozan olduğudur.

Okula gitmemiş Aşık Veysel’e -halk müziği birikiminden ve saz çalmadaki ustalığından yararlanmak için- öğretmenlik görevi verecek kadar insanına değer veren genç Cumhuriyet, gerçek anlamda halkçıydı. Bu tutumu, öğretmen yokluğu, yetişmiş eleman azlığı gibi gerekçelerle açıklayamayız. Olsa olsa halkçılık politikasının cesur uygulamaları olarak değerlendirebiliriz. 

Günümüzde beyin göçüne ev sahipliği yapan Atatürk Cumhuriyeti altın beyinli gençlerini emperyalist ülkelere kaçırıyorsa bunu hepimizin düşünmesi gerekiyor.

Enstitüler bir köylü aydınlar ocağıydı.

Bitmeyen tükenmeyen bir vatan sevgisi ve ileri yaşlarda bile okumaktan, üretmekten vaz geçmeyen gerçek aydınlar. Tarlada, bahçede her türlü ürünü yetiştirmeyi bilen, yorgunluğunu okuyarak keman, saz ve mandolin çalarak gideren Cumhuriyet’in bu köylü aydınlarına öyle borçluyuz ki…

Onlar, az aldılar, çok verdiler.

Bağrında yetiştikleri Cumhuriyete ve bu halka asla ihanet etmediler.

Büyük bedeller ödediler fakat ideallerinden asla vazgeçmediler... Köyün yolu mu yok, okulu mu yok, yaptılar; suyu mu yok, getirdiler. 

Radyo, gazete girmeyen orta çağ karanlığındaki köylerde uygarlığa bir pencere açtılar, ışık ve aydınlık doldu onların köyleri… Kentin birikimini köylere taşıdılar.

Köy Enstitülü bir anne ya da babanın çocuğu olma şansına erişen benim gibi binlerce İkinci Kuşak Köy Enstitülü, Cumhuriyetin bu halkçı aydın öğretmen ve köy sağlık memuru yetiştiren okullarını özlüyoruz.

Meclisimizde bu ruhu taşıyan köy kökenli aydınları göremiyoruz nedense. Gizli bir el onları uzaklaştırıyor sanki, karar mekanizmalarından. Onların eli, bu ülkenin yönetimine, meclisine deyse nasıl bir ülkede yaşardık hayali bile heyecan verici.

Halkın arasında yaşayan, onlardan korkmayan, kaçmayan, onları aşağılamayan yöneticiler… Çağdaş, akılcı, laik, her bireye ulaşan eğitim kurumları. Az tüketip çok üreten bir toplum…

Sabahları halk oyunları, zeybekler oynayarak müzikle güne başlayan, kültür derslerinden sonra öğleden sonra işliklerde her türlü üretimi yaparak yaşayarak öğrenen iş içinde pişmiş, özgüveni yüksek gerçekten özgür, öğrenciler…

Gördüğü yanlışları korkmadan eleştiren sorumluluk duygusu yüksek, önce vatan, diyen yurttaşlar.

Vefa, değerbilirlik Türk halkının mayasındadır.

Atamızın çılgın projelerinden biri olan Köy Enstitülerini,  bu benzersiz projeyi, yeniden canlandıracak cesur bir yönetim mutlaka bir gün gelecektir.
Ekim 2016

* Muhsin Civelek, Arifiye Köy Enstitülü Sağlık Memurunun Anıları, sayfa 47

Cumhuriyet’in öncü aydınlarının ocağı: KÖY ENSTİTÜLERİ


Can Yücel’in “Babamın çocukları yoktu, Cumhuriyeti vardı” diye tanımladığı bir öğretmen kuşağı geldi geçti ülkemizden. Onlar, örnek yaşamlarıyla eserleriyle Cumhuriyet tarihindeki yerlerini aldılar, hayatta kalanlarsa hala üretmeye devam ediyor. Atamızın ve Cumhuriyeti kuran devrimci kadronun köyü aydınlatma, kalkındırma, ümmeti millet yapma projesi olan Köy Enstitüleri bugün de güncelliğini koruyor.

Genç Cumhuriyet’in en büyük kaygısı şuydu: Kırk bin köyü ortaçağ koşullarından yirminci yüzyıla nasıl taşıyabiliriz. Hem de mümkün olan en kısa sürede. Oysa ülkenin gerçekleri çok katıdır. 35 bin köy okulsuzdur. İki milyon köy çocuğunun sadece üç yüz bini, köylerdeki üç yıllık okula gidebilmektedir. Başkent Ankara’da bile 1136 köyün ancak yüz yetmiş ikisinde okul ve öğretmen vardır.

Atatürk’ün “Bütün köylere öğretmen gönderme işi ne kadar zaman alır?” sorusuna Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan şu cevabı verir: “Elimizdeki olanaklarla bu işi yüz yılda başarabiliriz.”

Emperyalizm yeni bir saldırıya geçmeden tüm vatandaşlara yurttaşlık bilinci ve temel bilgiler verilmek zorunluluğu vardır. Köylere köyü uyandıracak, köylüyü üretci kılacak aydın köy öğretmenleri yetiştirilecektir; fakat ilkokul mezunu öğrenci sayısı özellikle köylerde yok denecek kadar azdır. Şehirlerde okuyanlar ise köylerde yaşamakta zorlandığından ve çalışmak istemediğinden beklenen verim alınamamaktadır.

Atamızın yaratıcılığı ve pratik zekası sorunu çözecektir: Eğitmenlik. Saffet Arıkan’a

şöyle der: “ Üzülme Saffet, elbet bunun da bir çaresi bulunur. Askere giden, orada yüzlerce askerin içinden yeteneğiyle sıyrılıp çıkan, okuma yazma öğrenen onbaşı hatta çavuş olan gençlerden, isterleyenleri kurstan geçirip onlardan yararlanabiliriz. Bunlara eğitmen adını veririz.”

Böylece eğitmen uygulaması başlar.

İsmail Hakkı Tonguç, dokuz bin köyü gezer. 1935-1944 yılları arasında 8800 erkek 40 kadın eğitmen yetiştirilir, köylere gönderilir. İşte onların yetiştirdiği öğrencilerden seçilenler Köy Enstitülerine gidecektir.

Eğitmen kursları 1948’de bir genelgeyle kapatıldığında 9318 eğitmen yetiştirilmişti. Oysa yirmi bin eğitmen planlanmıştı. 17 nisan 1940’ta köy Enstitüleri kanunu kabul edilerek daha önce açılan üç yıllık Köy Öğretmen Okulları, beş yıllık Köy Enstitüsüne dönüştürülür.

Çeşitli bölgelere 21 tane Köy Enstitüsü kurulur.

Enstitüler, tren yoluna ve kara yoluna yakındı fakat kente uzaktı. Geniş araziler üzerine kurulmuştu. İş içinde, yaparak yaşayarak eğitim ilkesi benimsenmişti. Aklın, bilimin ve sanatın önderliği vardı; kitap yasağı yoktu, şiddetin hiçbir türü yoktu; her enstitü kocaman bir işlikti. Ülkenin gereksinimlerine uygun ve üretime dönük bir uygulamalı eğitim vardı. Müzikten edebiyata uzanan sanat eğitimi vardı. Her öğrencinin elinde bir enstrüman veriliyordu. Kısaca bir yaşam okuluydu, enstitüler. Köy kökenli çocukların uygarlıkla, çağdaş yaşamla tanışma mekanıydı.

Elleri, öyle becerikliydi ki, keman, saz, mandolin çaldığı gibi ağaç dikiyor, tarımdan anlıyor, hayvancılıktan, bina yapmaktan, anladığı gibi öykü, roman anı da yazıyordu. 17.341 mezun verdi. Öğretmen bekleyen 40 bin köyün 17 binine yetişti bu öğretmenler.

Onlar için ciltler dolusu yazıldı, hala yazılıyor. Onlar da yazdılar. Anadolu’yu, köyü, yaşantılarından, gözlemlerinden yola çıkarak anlattılar. Bazı kaynaklara göre yüze yakın yazar yetişti enstitülerden: Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Behzat Ay, Adnan Binyazar, Osman Bolulu, Ümit Kaftancıoğlu, Osman Şahin, Mahmut Makal, Ali Yüce, Ali Dündar, Dursun Akçam…

Pusuda bekleyen emperyalizm, işbirlikçileri kolay bulur. Çok parili dönemin başladığı yıllardır. 1946 seçimiyle Demokrat Parti, kırk milletvekili, Millet Partisi yedi, bağımsızlar üç milletvekili kazanır. Demokrat Parti iktidara gelmeden CHP içindeki muhalifler, Demokrat Partiyle dayanışma içine girer. İlk kurban, Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürü Rauf İnan olur. Sonra İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel görevden alınır.

1945, 1946, Köy Enstitülerinin komünist yuvası olduğu dedikodularının yayıldığı yıllardır. İmzasız ihbar mektupları ile kurumlar karalanır. Bilgi kirliliği karalama kampanyası ile kamuoyu hazırlanır. 1947’de Recep Peker Hükümeti, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü kapatır. Bu ilk adımdır, arkası gelecektir. 1953’te tüm Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Köylüyü millet yapma projesinin en önemli ayağı olan aydın köy kökenli öğretmen yetiştirme politikasından vaz geçilmiştir. 1948’den itibaren CHP tarafından imam hatip kursları ve ilahiyat fakültesi açılır. Devlet eliyle bilimsel laik çağdaş eğitimin karşısına dikilecek kuşaklar yetiştirilmesinin yolu açılır. Süreç iç ve dış dinamiklerin etkisiyle hızlanır. Bileşik kaplar misali, din ağırlıklı eğitim büyürken çağdaş laik eğitim geriler. Farklı dünya görüşüne sahip gençler yetişir.

15 Temmuz 2016 gerici Fetö Darbesine giden yolun kilometre taşlarından biridir, enstitülerin kapatılması.

Cumhuriyet’in çağdaş eğitim projesinin yarım kalmış hüzünlü bir şarkısıdır Köy Enstitüleri...

Nisan 2017, Denizli


Çoklu Eğitimin İlk Uygulamaları: Köy Enstitüleri


“Bizim suçumuz neydi, neden bu okullardan ve bu eğitimden mahrum kaldık.”

İlk kez Köy Enstitüleri hakkında bir kitap okuyan ve Tonguç’un çocuklarından biriyle, tanışan genç kız, bu sözlerle isyan etmişti.

Çok şaşkındı. Güne müzik eşliğinde halaylar çekerek başlayan, kültür derslerinden atölyelere, oradan uygulama bahçelerine koşan; senenin on bir ayında eğitimi süren, üreten, doğayla haşır neşir olduğu kadar edebiyatla, müzikle, tiyatroyla uğraşan bu öğrenciler, ne kadar şanslıydı. Bu okullar nasıl kapatılabilirdi?

Genç arkadaşım, bunu asla kabul edemiyordu. Oysa kitaplarda yer alan anılar, onları, anlatmada öyle yetersiz, öyle eksik ki...

Bu okullar kapatılmamış olsaydı çevremizde bu kadar cahil, bu kadar yobaz, bu kadar hain olmayacaktı. Babamın kuşağı gibi genç düşünceli ihtiyar delikanlıların sayısı daha çok olacaktı.

Babam Ali Susar'ın Çılgın Projeleri


Bu ihtiyar delikanlılardan biri, babam,  Ali Susar, önümüzdeki 29 Ekim’de 90 yaşına girecek. Yaşıyla ilgili sorunları dışında pırıl pırıl belleğiyle, bitmeyen uğraşlarıyla yaşlılığa meydan okuyor.

Kahvede kağıt oynayan gençlere, boş oturanlara, televizyon başında içi boş diziler izleyenlere, kitap okumayanlara, çok kızıyor.

Datça’ya dört sene önce ilk kez geldiğinde sürekli esen rüzgarı görünce rüzgar santralı kurup elektrik elde etmek fikrine kapıldı.

Denizli’ye dönünce araştırmış, projeyi kafasında netleştirmiş. İşbirliği yapacağı teknik elemanı bulmuş. Her şey tamam; fakat annemin itirazı bir de maliyetinin bütçesini aşması nedeniyle bu büyük projeyi uygulamaya geçiremedi. Annem ona kıyamadığı için bazen onun çılgın projelerini onaylamazdı, babam da sezgilerine çok güvendiği bu çilekeş fakat sadık hayat arkadaşına itiraz etmezdi.

Babamın projeleri çocukluğuna kadar uzanıyor. İlkokulda kereste biçen minik bir fabrika yaparak öğretmeninin kalbini fethetmiş. Bu proje onu Gönen Köy Enstitüsüne götüren yolu açmış. Gönen Köy Enstitüsünde kendi kemanını yapmış.

Babamın projeleri öyle çoktu ki... Hiç unutmam okuma öğrenemeyen öğrencileri için projeksiyon yapmıştı. Biz derslerimize çalışırken o da projeksiyon için şeffaf kağıtlara (jelatinlere) resimler çizer, okuma fişlerini renkli kalemlerle yazardı. Sonra evde ışıkları söndürür deney yapardı. Metrelerce şerit üzerindeki yazıları, resimleri tekrar tekrar izlemekten bıkmazdık. Projeksiyonun deneme gösterileri, ilkokulu bitiren bizler için bile eğlenceli bir seyirlikti.

Komşularımız özellikle kadınlar akşam oturmasına gelirler, ‘Ali Bey, projeksiyonu çalıştır da biz de seyredelim, derlerdi.

Denizli’de çalıştığı ilkokulun öğrencileri ‘Ali Öğretmen sınıfta sinema oynatıyormuş’ diye reklamını yapınca Milli Eğitim Müdürü babamı makamına çağırtarak projeksiyonu izlemiş, onu kutlamıştı.

Babamın projeleri, öğretmenliği süresince ders araçları konusunda yoğunlaştı. Emekli olunca ise ilgi alanı daha da genişledi. Mutfağa hassas terazi, et kıyma makinesi; kekik, biber öğütmek için makine ve daha birçok araç gereç. Onun en büyük projelerinden biri, radyo montajı oldu. 1970’li yıllarda birçok eve çantalı radyo kazandırdı.

Oturduğu evin bir balkonunu atölyeye çeviren babam bugün de zaman zaman atölyesine çekilir, yemek yemeyi bile unutur. Hala elektrikli ev aletleri bozulan komşular önce babama uğrarlar.

Şimdilerde ilgi alanı bilgisayar. Bilgisayarı seksen yaşından sonra öğrenen babam, anılarını, Bir Aydınlanma Öyküsü kitabını, bilgisayarda yazdı. En büyük zevki internetten sevdiği müzik parçalarını dinlemek. Köy Enstitüsünde söyledikleri türküleri, şarkıları, bulup dinliyor, bazen gözleri yaşarıyor.

Doksanında bile üreten, öğrenmeye doymayan, ülke sorunlarıyla ilgilenen, okumaktan asla vazgeçmeyen, her yaşta, çevreme nasıl yararlı olabilirim, diye düşünen aydınlar yetiştiren bu okulların boşluğunu hiçbir özel okul dolduramadı. Denizli,  Nisan 2014

TANRI BİZİ İSTER Mİ?


2017’de okuduğum en güzel kitaplardan biri oldu Tanrı Bizi İster mi?

Genç yazar Onur Sinan Güzaltan'ın Kaynak Yayınları arasında çıkan kitabı Mısır devrimini ele alıyor.

Birinci kişi ağzından yazılmış anı sıcaklığında başlayan kitap, derin araştırmaları, kapsamlı incelemeleri, gözleme dayalı saptamalarıyla okuru büyülüyor.

Genç yaşta böyle olgun bir anlatımı yakalayan yazar, övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Çok satan, çok reklamı yapılan birçok sıradan eserden sonra böyle bir kitapla buluşmak umut verici.

Ortadoğu'nun, Mısır'ın ve Türkiye'nin birbirine benzeyen sorunlarını, aydınlarını ve sıradan insanlarını öyle sıcak etkileyici bir dille anlatmış ki. Mısır, Kahire, Tahrir Meydanı dünüyle bugünüyle ve tüm gerçekliğiyle karşımıza çıkıyor. BOP, Enver Sedat, Mübarek, Sisi, Müslüman Kardeşler, İhvan, Tahrir Meydanı'nda on beş yirmi kişiyle başlayan büyük isyan, Samir Amin'le yapılan röportaj... Daha birçok değerli bilgi.

Bu genç yazarın kitabından çok şey öğrendim Mısır'a dair, Arap dünyasına dair, Türkiye'ye dair...Yaşananlar, devrim miydi, ayaklanma mıydı, isyan mıydı? Bu soruları Mısır'da Kahire'de ayaklanmaya bizzat katılan kahramanların, aydınların, sıradan insanların, kadınların ve öğrencilerin gözüyle oldukça nesnel olarak dile getiren kitap, dilinin ve anlatımın olgunluğuyla okuru şaşırtan bir kitap. Gerilimi, romantizmi ölçülü.

Roman, tarihsel bir olayı farklı açılardan farklı kültürlere mensup insanların gözünden okura aktarıyor. Mısır'ın en seçkin aydınlarının, sosyalistlerinin, diplomat ve milletvekillerinin yanı sıra en yoksul kesiminden insanlarının devrim için düşündüklerini öğrenmek heyecan verici, bir o kadar da ufuk açıcı oldu. Mısırlı aydınların gözü Türkiye'de.

Bir diktatörü deviren bu soylu Arap ülkesinin mazlum insanlarının biz Türklerle ne çok ortak özelliği varmış meğer.

Onlar Mübarek'i de Müslüman Kardeşler diktatörlüğünü de tarihe gömen büyük bir millet. Geleceğe umutla bakıyorlar, Türkiye'ye de... Orada camilerden çıkıp Tahrir Meydanı'na yürüyen, dinine bağlı vatansever halkına öncülük eden gerçek öncüler var.

Orta Doğu'da (Batı Asya'da) tarihi günler yaşadığımız bugünlerde Türkiye'nin öncü aydınlarını da büyük sınavlar bekliyor. 23 Ekim 2017

Yalınayak Sokrates ve Ölüm Cezası


Ankara'da yaşamanın ne güzel bir şey olduğunu yeniden düşünüyorum, birkaç gündür... Yalınayak Sokrates'i izledikten sonra giderek bir kültür kenti olan Ankaramızla, başta Genco Erkal olmak üzere sanatçılarımızla bir kez daha gururlandım...

Bizim ilk gençlik yıllarımızın örnek bilgesi öğrencisinin satırlarıyla kitaplarımızın sayfalarındaydı... Ama işte kanıyla, canıyla, sorularıyla, içinin aydınlığıyla sahnede değil sanki aramızda... Felsefesiyle, sorularıyla, savunmasıyla ve baldıran zehiriyle...

Okullarda nasıl izletmeli Sokrates'i...

Genco Erkal'i ve olağanüstü başarılı ekibini okul okul gezdiremeyiz ama her okulda amatör tiyatrolar kurabiliriz. Her okulda Bir Yalınayak Sokrates bulabiliriz, sahneye çıkmak için can atan bunca öğrenci içinde...

Gençleri baştan çıkarıyor suçlamasıyla ölüme mahkum edilen bilgenin ölüm karşısındaki tavrını çocuklarımız görmeli...


Atina'nın at sineği diye anılan bu ilkçağ bilgesinden çocuklarımızın alacağı çok şey var.

İşte oyundan inciler:

"Hepimiz ne kadar salak olursak demokrasimiz de o kadar salak olur."

"Gerçeğin araştırması dünyadaki bütün kadınlardan daha çekicidir."

"Sorgulamadan ancak köleler yaşar."

"Beni öldürmekle bana çok büyük bir armağan vereceksiniz; kentime ise kötülük edeceksiniz... Ben yaştaki bir ihtiyar zaten bir süre sonra köşesinde unutulacak kendi kendine ölüp gidecektir ; ama ya ölüm cezamı onaylarsanız? Bana hak etmediğim kadar büyük bir armağan verecek beni ölümsüzleştireceksiniz..."

"Işıktan kaçarsak batağa saplanırız."

"Bir insan bir dava uğruna ölmüşse sürekli konuşulur."

"Ölümümü kendileri için bir zafer sanıyorlar."

Ve ilkçağın sevimli, keskin zekalı nükteci bilgesi şu çarpıcı duasıyla yüreğimizdeki saltanatını biraz daha pekiştirdi: "Tanrım... Aldığımdan çok vereyim... Nefret ettiğimden çok seveyim..."

"Bir insan ve bir devlet için en değerli şey özgürlüktür."

Koca Bilge Sokrates, bugün yaşasaydı kuşkusuz daha ne saptamalarda bulunacak ve sorularıyla bizim uykularımızı kaçıracaktı. Ankara, 2007

Türkçenin Tarihsel Gelişimi




Türkçenin Konuşulduğu Bölge

Türkçe, Asya ve Avrupa’yı içine alan geniş bir bölgede konuşulan, bir sava göre 8.500 yıllık bir tarihsel geçmişe sahip olan ve yaklaşık 150.000.000 kişinin konuştuğu bir dildir. Bugün, Türkçe, dile dönüşmüş pek çok lehçesiyle birlikte Sibirya’nın kuzeydoğusundan Çin içlerine kadar; Asya’da Hazar denizine , Anadolu’yu içine alan ve Balkanlara kadar uzanan geniş bir bölgede ve çok sayıda ülkede konuşulmaktadır.

Türkçe Latince gibi değişik lehçeler ve diller doğuran bir ana dildir.

2. Türkiye Türkçesine gelinceye kadar anadilimizin geçirdiği evreleri şöyle belirleyebiliriz:

2.1. Ana Türkçe ya da ilk Türkçe: Oluşumu milattan çok öncelere uzanmaktadır.Bir sava göre Türklerin ve Türkçenin tarihi günümüzden 8. 500 yıl önceye uzanmaktadır.(1)

2.2. Orhun ve Yenisey yazıtlarıyla Uygur Türkçesini kapsayan Eski Türkçe dönemi: 7.-10. Yüzyıllar.

Türkçenin elimizde bulunan en eski en uzun ve en önemli ürünleri 8. yüzyıldan kalan Orhun Yazıtları’dır. Orhun Yazıtları’ndan daha eski olan Yenisey yazıtları kısa mezar taşı yazılarıdır. Orhun yazıtları incelendiğinde Türkiye Türkçesine gelinceye kadar şu ses değişmeleri olduğu gözlenmektedir: (2)

k-g: kök-gök,  
kündüz-gündüz

d-y: adgır-aygır,  
udımak-uyumak

g-ğ: yagız-yağız,  
oglı-oğlu

b-v: birmiş-vermiş,  
sab-sav

2.3. Karahanlı(ya da Hakaniye) Türkçesi: 11.- 13. yüzyıllar. Bu dönemde İslamlığı benimseyen Türklerin bize ulaşan önemli yapıtlarından biri Kaşgarlı Mahmut’un Arapça kaleme aldığı Divanü Lügati-t Türk’tür.

Aynı döneme ait Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig adındaki 6645 beyitlik yapıt ‘kut, mutluluk veren bilgi’ anlamına gelen edebi bir yapıttır.

“Erdemin başı dil”

“İnsan dilince değişir kader, 
Ya yurda baş olur, ya başı gider”

“Aman sözün aydın olsun, öz olsun, 
Işık saçsın, bakan köre göz olsun” Kutadgu Bilig’den 


Bu yapıtlardan yaklaşık bir buçuk yüzyıl sonra yazılan ve ‘gerçeklerin eşiği’ anlamına gelen Atabetü’l Hakayık, aruz ölçüsüyle ve manzum olarak yazılan eğitici ahlak kitabıdır.

2.4.Eski Anadolu Türkçesi: Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra aydın çevrelerinde İslamıyetin etkisiyle Arapçanın ve Farsçanın etkisi görülmüş, hatta Anadolu’da bir süre Arapçanın bir süre da Farsçanın resmi dil olduğunu; bilim sanat yapıtlarının bu dillerde yazıldığını görüyoruz. (Anadolu Selçuklu Devleti)

Anadolu’da beylikler döneminde Karamanoğlu Mehmet Bey’in bugün de sözü edilen ve tarihsel değeri olan fermanı önemlidir. 1278’de bir ferman yayınlayan Karamanoğlu Mehmet Bey şöyle der:”BUNDAN BÖYLE, DİVANDA, DERGAHTA, BARGAHTA, ÇARŞIDA, MEYDANDA TÜRK DİLİNDEN BAŞKA DİLLE KONUŞULMAYACAKTIR.” Türkçenin resmi dil olarak hem resmi kuruluşlarda hem dinsel kurumlarda hem de halka açık yerlerde tek dil olarak kullanılmasını buyuran bu ferman, ulusal bilincin bir ifadesi olarak önemlidir.

2.5. Osmanlıca ve Yeni Türkçe: 15. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl başlarına kadar Türkiye Türkçesi Osmanlıca olarak adlandırılmaktadır. Dilde ikiliğin yaşandığı bu dönemde halk ve aydın kesimin dili edebiyatı farklı çizgilerde gelişir. Türkiye Türkçesi özellikle 16. yüzyıldan sonra -Arapça, Türkçe,Farsça karışımı yapay bir dile- Osmanlıcaya dönüşür.

Dil Devrimi ve Türkçe


Ulusal bağımsızlık Savaşı’nın ardından başlatılan ve her alanda çağdaşlaşmayı amaç edinen devrimlerden biri de Dil Devrimi’dir. Türkçemizin bugün ulaştığı düzey, dil devriminin sonucudur.

Atatürk, geniş halk kitlelerinin eğitimini kolaylaştırmak amacıyla öğrenmesi çok güç olan ve Türkçe’nin yapısına uymayan Arap abecesini bırakarak Latin abecesini kabul etmiş(yazı devrimi) bunun hemen ardından 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti(Türk Dil Kurumu) ile ‘Dil Devrimi’ni başlatmıştır.

Dil Devrimi kapsamında Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilenlerden bazıları:

-Türkçenin ilk ürünlerinden başlayarak eldeki metinler yayımlanmıştır.
-13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan kaynakların taranması sonucu 8 ciltlik Tarama Sözlüğü hazırlanmış ve yayımlanmıştır. Tarama çalışmaları sonucu, eski metinlerde unutulan sözcükler yeniden canlandırılmıştır. Erdem, us, yanıt, konuk, arıtmak, öykünmek, evren, aklamak, değin, denli sözcükleri gibi...
-Anadolu ağızlarının sözvarlığından derlemeler yapılarak 12 ciltlik Derleme Sözlüğü yayımlanmıştır. Abartmak, albeni, alan, çaba, işkillenmek, kınamak, kuşku, kıvanç, kavşak, doruk, yozlaşmak, ivedi, kuzey, güney gibi sözcükler derleme yoluyla dilimize kazandırılmıştır.
-Bilim ve sanat dallarına ilişkin kavramları karşılamak amacıyla terimler türetilmiş, sözlükler hazırlanmıştır. Atatürk bizzat matematik terimleri türetmiş, bir de geometri kitabı yazmıştır. Açı, açıortay, dikdörtgen, kenarortay, üçgen, ikizkenar üçgen eşkenar üçgen, kesit, eşit, artı, eksi, pay, payda, çarpı, yay, kiriş, oran orantı, yamuk, eğik, çap, yarıçap, izdüşüm, içbükey, türev, terimlerini Türkçemize kazandıran Atatürk’tür. (3)
-Askerlik terimlerinin Türkçeleştirilmesine katkıda bulunmuş, er, teğmen, asteğmen, üsteğmen, subay, yarbay, kurmay, tümen, öncü, artçı denizaltı, uçaksavar,birlik, konuş terimlerini komutanlarla oluşturmuştur. (4)
-Dilbilgisi, sözlük ve yazım kılavuzu hazırlanmıştır.

Dil Devriminin sözvarlığımıza getirdiklerini Doğan Aksan “Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını” adlı yapıtında şöyle dile getirir:

“1931’de gazete haber dilinde yüzde 35 olan Türkçe sözcük oranı, Dil Devrimi’nden sonra 1936’da yüzde 48’e, 1946’da yüzde 57’ye, 1965’te yüzde 60’a yükselmiştir.

Bu çıkış sürerek 1970’ten sonra yüzde 70’i geçmiştir.

Sait Faik Abasıyanık’ın yapıtlarında Türkçe sözcük oranı yüzde 67,

Reşat Nuri Güntekin’de yüzde 74,

Agah Sırrı Levent’te yüzde 78,

Necati Cumalı’da yüzde 81,

Oktay Akbal’da yüzde 86

Hasan Eren ve Nurullah Ataç gibi araştırmacı yazarlarda yüzde 90’ ı geçmektedir.”(5)

Dil Devrimiyle başlayan ”Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma” çalışmaları bugün ne durumdadır?


Bugün dünyada iletişim olanakları eskiyle karşılaştırılamayacak kadar artmıştır. Tüm diller gibi Türkçe’nin de büyük çapta iletişim araçlarının etkisine girdiğini söyleyebiliriz. İnsanlar kendi dar çevrelerinin dilinden çok radyo televizyon gazete gibi iletişim araçlarını etkisiyle her gün yeni sözcükler duymakta, yabancı sözcükler kullanmaya yönelmektedir:market, piknik, adviser, fast-food, t-şhirt gibi...

Hızlı nüfus artışı, okulların artan nüfusla orantılı olarak artmaması, sınıfların kalabalık oluşu, anadili öğretimindeki kaliteyi düşürmektedir.

Okuma alışkanlığının olmaması, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra –tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de İngilizcenin etkisinin artması, kitle iletişim araçlarında kullanılan dilin özensizliği en önemli sorunlarımızdan bazılarıdır.

Dilimiz yine kirlenmiştir. Dilimizin Atatürk’ün deyişiyle yeniden “yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması” için her yurttaşın çaba sarfetmesi gerekmektedir. Kasım 2005

Yararlanılan Kaynaklar:

Doğan Aksan, Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını

Ömer Asım Aksoy, Türk Dili Dergisi, 1981, Mayıs sayfa 668; 

Emin Özdemir, Türk Dili Dergisi 1981, sayfa 693






Anılar: Açlık Öyküleri



Aç bir dünyada edebiyatın, sanatın işlevi nedir?

Gençlik yıllarıma damgasını vuran romanlardandır, Açlık*, Savaş ve Açlar*. Bu büyük eserlerde karşılaştığım “açlık” öykülerini aratmayacak birçok gerçek öyküyle öğretmenlik yaptığım Ankara’da kenti kuşatan gecekondu semtlerinde karşılaştım. Buralardan kentin merkezine akıp gelen bu çocukların en şanslıları, endüstri meslek liselerini bitirip kısa yoldan ekmek parasını kazanmak için işe atılanlardı. Bazılarıyla yıllar sonra adliye koridorlarında karşılaştım. Gasptan, elleri kelepçeliydi...

Çalıştığım endüstri meslek lisesinde daha çok gecekondu mahallelerinden gelen öğrencilerim oldu. Birçoğunun babası “serbest meslek sahibi” olarak tanıtılmıştı. Bunun “işsiz babalarının gururunu incitmemek için uydurulmuş masum bir yalan olduğunu” zaman içinde öğrenecektim. 

Bu “serbest meslek sahibi” babaların sarı benizli çocukları öğleyin yemek yemezdi, okulun bahçesinde geçirirlerdi yemek tatilini. Oyunları birbirini dövmekti. Okulda öğrenciden öğrenciye önlenemez bir şiddet uygulanırdı. Daha çok da ekonomik durumu daha iyice olanlara, öğleyin yemek yeme lüksü olanlara yönelik şiddet asla önlenemiyordu. Şiddet bazen şakayla karışık, bazen de oyun süsü verilerek uygulanıyordu. Şiddet ders aralarında sınıfta bazen de koridorlarda karşımıza çıkıyordu.

Öğretmenlerine saygıda kusur etmeyen bu çocukların neredeyse yarısı derse kitapsız, deftersiz geliyordu. Ne yaptıysam Edebiyat kitaplarını tamamlatamamıştım. Hiçbir uyarı etkili olmuyordu. 

Kendimce bir çözüm buldum, eksik ders kitaplarını satın alıp çocuklara derste armağan edecektim. Kitabı olmayanları onlara hissettirmeden tespit ettim ve ertesi hafta başında derse kitapsız gelenlere dağıttım. Bir hafta zevkli dersler yaptık, fakat ertesi hafta ders kitaplarının eksildiğini fark ettim. Hem şaşırdım, hem kızdım. 

Sorunu çözmek hem de merakımı gidermek için ders bitiminde sınıf başkanını çağırıp, arkadaşlarının edebiyat kitaplarını neden getirmediğini sordum. Önce konuşmak istemedi, sonra çevrede bir öğrenci olup olmadığından emin olunca, öğretmenim, kitapları satıp, kantinden yiyecek alıyorlar, dedi. Sonra da bir suç işlemiş gibi ezik hemen uzaklaştı. Arkadaşlarının bir sırrını öğretmenle paylaştığı için kendini kötü hissetmişti. İçime zehir gibi bir duygu oturdu. Nihat Genç’in satırlarındaki öfke ve isyan tüm varlığımı kapladı. O günden sonra artık kitap konusunda ısrarcı olmadım. Sınıftaki mevcut kitaplarla yetinerek ders yapmayı öğrendim. Kızmayı bıraktım. O kitapsız edebiyat derslerinin ve aç öğrencilerimin acısı hala içimdedir.

Bir gün sınıfa girer girmez bir öğrencimin gözlerinin kızarmış olduğunu fark ettim. Ders bitiminde yanıma çağırarak sorununu öğrenmek istedim. Sınıf arkadaşının kendisini hırpaladığını çekine çekine anlattı. Suçu, öğle tatilinde annesinin çantasına koyduğu sandviçi yemekmiş… İnanamadım, şiddet uygulayan öğrenciyi çağırdım, doğru olup olmadığını sordum. “Hocam o da hep yemek yiyor.” cevabını aldım. Hiç bu kadar çaresiz kaldığımı anımsamıyorum. 

Tüm mesleki birikimim, psikoloji, sosyoloji, felsefe, edebiyat... iflas etmişti. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Kaloriferlerin yanmadığı, kış aylarında dışarıda derecelerin sıfırın altında on beşi gösterdiği günlerde okula incecik ceketlerle gelen öğrencilerim olmuştu; fakat böyle bir olayla ilk kez karşılaşıyordum.

O gün bugün düşünürüm: Aç bir dünyada edebiyatın, sanatın işlevi nedir?


Müzeyyen Susar

Açlık, roman, Knut Hamsun
Savaş ve Açlar, roman, Hasan İzzettin Dinamo




Sabitfikir Dergisi Editörü Elif Bereketli'ye:

Sabitfikir'deki yazınızı okudum, şaşkınım.

Sabitfikir editörü ve dergideki bazı kalemler, Türkiye'yi eyaletlere bölmek isteyen bölücülerle paralel fikirler içinde.

Üniter devlet düşmanlığında-umarım yanılıyorum- Paul Henze ile 12 Eylül darbesi için, 'Bizim çocuklar başardı' diyen CIA uzmanıyla aynı noktada buluşuyorsunuz. Onun aynı zamanda Ortadoğu ülkeleri için Atatürk'ü tehlikeli gören kişi olduğunu, mutlaka medyada izlemişsinizdir. İzlemediyseniz gözünüzden kaçtıysa lütfen dikkatle okuyun: 
"Petrol zengini, batının uydusu Ortadoğu rejimlerinin varlığını koruması açısından Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkesi vardır. Oysa Türkiye'nin ne yıkılması ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmesi batı çıkarlarıyla bağdaşır. Türkiye'nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir. Bir adım sonrası komşu devletlerin parçalanması ile bağımsız bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Atatürk'ü yıkmadan Türkiye'nin üniter yapısını bozma olanağı yoktur."

'Anadolu'daki on sekiz dili kurtaralım' derken Anadolu'yu 18-28 devletçik yapmak isteyenlerin önüne kırmızı halı sermeyelim. Dünyanın her yerinden derlenmiş, kafa kesen teröristleri yöneten güç, bir yandan da 'insan hakları' 'özgürlükler' 'kaybolacak diller' gibi yapay gündemlerle kafa karışıklığı yaratıp gerçek gündemi saptırıyor.

Evimizdeki "iki bacağı kırık masa" hepimizi rahatsız edebilir; fakat evimizi, vatanımızı kuşatan asıl büyük tehlike, içeride bölünme, kapıya dayanan dinci faşizm.
Tüm kurumları, özelleştirme politikalarıyla kaybedilmiş, güvenliği kalmamış vatanımızı, yıkılmaya çalışılan büyük birliğimizi ve kardeşliğimizi neden görmek istemiyorsunuz?

Bu coğrafyada, Suriye, Irak gibi ulus devletler ayak altında kalırken federasyona çevrilmiş bir Türkiye nasıl yaşar?

Bu sözlerimi saçma buluyorsanız öncelikle Jürgen Elsasser'in ULUSAL DEVLETİN YIKIMI ve GÖLGE HÜKÜMET kitaplarını okumanızı öneririm.

Bu ülkenin uyanık, vatansever okurları bu tür yazı okumak ve görmek istemiyor.

Bilginize saygılarımla.

NOT: Yazı 2014 yılında Sabit Fikir dergisi editörüne gönderilmiş, gelen cevapta, kendilerinin bu yazıda dile getirilen fikirlere katılmadığını, anadilde eğitimi savunduğunu dile getirilmiştir.